SABİ, YEZİDİ BİTLİS ve BÜYÜCÜ BEDİÜZZAMAN
Bu gün bizler Bitlis ilimizi “Müslüman”
biliriz. Oysa çok değil “350” üç yüz elli yıl öncesine baktığımızda Bitlis’in
içinde Şafi Müslümanlar olduğunu ancak Bitlis Hanının Yezidi sihir, büyü ustası
bir Kürt olduğun Bitlis’te çoğunluğun da Yezidi Kürdi, Sabi, Çileci Hint,
Hıristiyan Rum ve Arap dervişleri ile dolu olduğunu görüyoruz.
Bunları bize gösteren ise Bitlis Hanının
ikramları yüzünden onu göklere çıkaran ama eline esir düştüğünde canını zor
kurtarmasına rağmen gene de metheden Evliya Çelebi’dir.
Komşusu Siirt’in ise Sabiyye / Sabi Arami
(Süryani) Arap ve Hıristiyan Araplar olduklarına tanık oluyoruz.
İnsan sormadan edemiyor;
-Günümüzden üç yüz elli yıl öncesine kadar
Yezidi Kürt, Sabi Arap, Arami, Ermeni olan bu bölge halkı ne zaman Müslüman
oldu da Said-i Kürdi gibi bir Yezidi Ermeni nasıl yetişti de bu milletin başına
son yüzyılda bela edilerek Türk ve Müslüman milletlerin Haçlı devletlerine “gönüllü
teslim olmalarına” aracılık etti diye?
Bu yazıda Bitlis’in Yezidi olduğunu, Said-
Kürdi’nin “Bediüzzaman” olan adının M.Ö. 2.000’lere uzanan kökenlerini Arami
kökenlerini okuyacağız.
Önce Evliya Çelebi’nin kaleminden Bitlis
tarihine bakarak bölge halkının Grekleştirilmesinin (Yunan) ve Kürt- Ermeni
Grek soylarının karıştığını gösteren bilgilere bakalım. Sonra da Said-i Kürdi
Bediüzzaman-ı Deliüzzaman’ın bu Grek-Yezidi Kürt kardeşliğini bildiğine tanık
olalım.
Evliya Çelebi’nin (1611-?) seyahatnamesinde,
Melek Ahmet paşa ve askerleri ile birlikte yaptığı doğu Anadolu ziyaretleri, “Seyahatname”
kitabının dördüncü cildinde 478 ile 512 sayfaları arasında yer almaktadır.
Evliya, Şerefname’den alıntı yaparak Bitlis
şehri adını Grek imparatoru Büyük İskender’in hazinedarı olan Bitlis
yaptırdığından adını ondan almıştır. (M. Ö. 333-350) Gürcistan’daki Tiflis
şehir de adını ondan almıştır. Tiflis’in içinden geçen Küre nehrinin sağındaki
ve solundaki tepeler üzerindeki parçalarının da adları Tiflis ve Bitlis’tir.
Evliya Çelebi’nin ziyaretinde Bitlis hâkimi
Abdal Han’a bağlı “70” aşiret/kabile vardır. En seçkini Mudiki beyi Ali
Bey’dir. Nüfusu Rozikilerden olup “40.000” Kırk bin’dir. Diğer Kürtler gibi,
yiğit, bahadır değillerdir. Elleri ve sakalları kınalı, gözleri sürmeli, temiz
hüner sahibi, hoş sohbet kimselerdir.
Han’ın kaydına göre Bitlis Eyaletinde “43.000” Kırk üç bin Yakubi
(Yahudi) yaşamaktadır. Şehirde Bitlis eyaletinde 110 camii vardır. Sultan
Şerefüddin Camii en çok cemaat toplayan camidir. Yetmiş “70” adet mektep,
Sultan Şeref, Gök Meydan, Versengi Hacıbey ve Huteybe olmak üzere dört medrese
vardır. Halkın yaşam süresi “70” yetmiş
ile “100” yüz yıldır.
Evliya’ya göre, Bitlis Hâkimi Abdal Han,
felsefe, kimya ve simya (büyü) bilimlerini çok iyi bilir. Seksen yaşında
afyonkeş (esrarkeş), zayıflıktan lades kemiğine dönmüş birisini ilaç verip
hamama sokmuş öyle bir iş eylemiştir ki adam yeniden canlanıp üç günde taptaze,
kırmızı elma gibi yanaklı birisi olmuştur. Attan düşen, damdan tekerlenen, uçan
kimseleri sarıp sarmalayıp yedi günde ayağa kaldırır (Büyücülük). Diyerek
övmektedir.
Giyim, kürklü han kölesi çoktur. Şirvan, Maden
yakınlarında Şayakı, renkli çuhadan Serhaddi ve kantuş giyerler. Fakirleri
Bogasi giyerler.
Kadınları çarşı pazarda gezmedikleri ve
dışarı çıkmadıkları için kadınlarını bilmiyoruz. Rabia Adviye derecesinde temiz ahlaklı,
dindar, güzel hatunları pek örtülüdürler. Bazı arkadaşlarımızdan işittiğimize
göre, kadınları beyaz çarşafa bürünüp (Sabi ve Hint Cin dini kadınlarının
kıyafeti) yüzlerinde Bürka (Burka) başlarında altın ve gümüş takke bulunurmuş
Elbiseleri de hep ipekten (İslam’da haramdır) imiş.
Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini
okuduğunuzda, kendisine ilgi ve itibar gösterenlerin kusuruna bakmayan bir
kişiliği olduğunu görürsünüz. Aslında dini bilgisi oldukça yerinde olan Evliya
Çelebi’nin bölge kadınlarının giyimlerindeki “örtünme” şeklinin İslami değil
Yezidi, Sabi örtünme şekli olduğunu çok iyi bildiği halde bundan bahsetmemesini
Bitlis Hanı Abdal Han’ın cömertliğine, ikramlarına bağlıyorum. Aşağıda
anlatacağı büyü, sihir olayları Tevrat, İncil ve Kur’an’da yasaklanmıştır,
büyücü Molla Mehmet bile “kendisinin bağlanabileceğini” dile getirdiği halde
Melek Ahmet paşa ve Evliya Çelebi’nin “ikram bolluğu” yüzünden bölgede Sabi
(her dine dönen demektir.) ve Mecüsi dinini görmezden gelmeleri tuhaftır ve
dine de aykırıdır. Evliya Çelebi’nin Anadolu’nun her yerinde, Irak, Suriye,
Arabistan ve Mısır’da bir çok sihir/ büyülerine tanık olur ve bunları anlatır.
Bu örnekler de Osmanlı’da “İslam’ın değil de “İslam-î görünümlü Sabilik,
Mecusilik, Zerdüştlük” inanışlarının yaşandığına delildir.
Bölgenin Dini Geçmişi;
|
Bitlis Kalesi |
Büyük İskender (M.Ö.333-300) öncesi ve
sonrası dönemlerde bölge halkının dinleri Sümer, Babil, Med (İran), Hint ve
Mısır kaynaklı dinlerdir. Tümünün esasında, tanrı olarak taptıkları her şekle
girebilen dev ve cüce Cinlere ibadet kültü yatar. Bütün bu cinlerin
/şeytanların hepsi göklerdeki yıldızlardan gelmiş ve onların atalarını
yaşatmış, iyi-kötü cinlerdir. Akad kökenli bir halk olduğu kabul gören
Aramilerin dinleri olan Sabilik ve bunun farklı mezhepleri Yahudilik, Zerdüştlük,
Hıristiyanlık, Yezidilik-Mecusilik ve İslamiyet’e kaynak olmuştur. Ezan, iki-
üç- beş- yedi vakit Namaz, Tespih, “30” gün oruç, Hac, tavaf, vaftiz,
çilekeşlik gibi dini ibadetler ve uygulamaların kökeni Sabilik dinidir. Baş
tanrıları arasında ay tanrısı Sin, Hadad, Er Ramman, Ruda, El Ruha” vardır ve
cennetten kovulan Ruda veya Ruha’dan türediklerine inanırlar. Sabi ilahi
metinlerinde El Ruha’nın babasının “Allah” olduğu geçmektedir. Sabilerde “La
ilâhe illallah” (Allahtan başka Allah yoktur” ilkesi İslam’dan bin beş yüz- kik
bin yıl öncesine uzanır.
Özellikle,
Türkiye’de Diyarbakır, Bitlis, Siirt, Hakkâri, Mardin ve Urfa (Osmanlı’da bile
adı El Ruha’dır) bölgelerinde yoğundurlar.
Ay’ın erkek Güneşin dişi tanrı-çalar olduğuna
ve Merkür, Venüs, Dünya, Ay, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün güneşten doğduklarına
inanırlar. Bu gök cisimlerinin tanrı ve tanrıçaların “bedenleri” olduğuna inanırlar. Gezegenlerin güneş
etrafındaki yörüngelerine istinaden “çember/daire“ Sabi ve Yezidilerde
kutsaldır.
Kadınlarının örtünmeleri, çarşaf-peçe ve
burka gibi kıyafetlerdir. Erkekleri sarık, cübbe, şalvar giyerler.
Hindistan’daki Cin dini inananları gibi “dikişsiz elbise giyerler.
Bazıları
Tevrat ve İncil okur. Urfa’nın Harran ilçesinde yaygın büyücülük, sihir eğitimi
veren üniversitelerini dört bin yıl kadar önce kurmuşlardır. Etiyopya ve Tomas İncillerine dayalı Ermeni
ve Süryani Hıristiyanlığı da İsa’yı “insan” kabul ettiklerinden İslam’a çok
benzer. Bölge Hıristiyanlarını, Sabi ve Yezidileri Müslümandan ayırt etmek kolay
değildir. Grek İncil’ini kabul eden Vatikan ve İstanbul Patrikhaneleri bunları
“şeytani, kâfir” ilan etmiştir. Özellikle Sabi mezhepleri ile Tevrat öğretisini
karıştırmış eski Yahudi kabileleri de bölgede yaşamaktadırlar. Kendi
kimliklerini gizli tutarlar ve bölgeye hangi din hâkimse “ondan görünerek” tâkıyye
(gizlenme) yaparlar.
Tarih Boyunca Bölge Halkları;
Tarih boyunca bölge halkları, Akad kökenli
Aramiler, Asurlular, Hurriler, Azziler, Medler, Hititliler, Farslar, Grekler
(Yunanlılar), Türkler, Gürcüler, Çerkezler, Ermeniler olmuşlardır. M.S. VII. ve
VIII. yüzyıllarda Emevi ve Abbasi İslam imparatorlukları idaresine giren bölge
halkı baskılarla Müslümanlaştırıldıysalar da Emevilerin çöküşleri olan 740’lı,
Abbasileri çöküşleri olan 850’li yıllarda Bizans İmparatorluğu saldırılarına
maruz kalmış ve bölgede Müslüman kimse kalmayacak şekilde soykırımlar
gerçekleştirilip, Grek kökenli Hıristiyanlar yerleştirilmiştir. Yüz yıl kadar
sonra Selçuklular idaresine giren bölge halkının demografik yapısı gelen Müslüman
Türk, Fars, Arap ve Kürtlerle değişmiştir. XIII. Yüzyıl başlarında gelen Cengiz
Han akınları, XV. Yüzyıl başında Timur akınlarıyla bölgenin nüfus yapısı Türk,
Moğol ve beraberlerinde gelen kavimler lehine değişmiştir.
XVI. yüzyıl başlarında I.Selim döneminde
Osmanlı idaresine giren bölgedeki Türkmenler Sünni mezhebine girmedikleri için
kâfir ilân edilip İran’a sürüldüklerinde yerlerine Afganistan Himalaya
yaylalarından Kürt aşiretleri getirilerek yerleştirilmişlerdir. İran’a göçe
zorlanan Türkmenlerden bir kısmı “Kürt olduk” diyerek bölgede yaşamaya başlayıp
zaman içinde Kürtleşmişlerdir.
Evliya Çelebi’nin Bitlis Anıları;
Kefender Kalesinden ayrıldıktan sonra Evliya
anlatmaya başlar;
“Oradan yine paşa efendimizle kalkıp doğuya
doğru sarp ve taşlık içindeki Bitlis nehri kenarınca gittik. Zeriki dağı
taraflarında Çemende bayırı denilen yerde büyük bir dere içinden Bitlis nehri
baş aşağı akıp Keyfa kalesi altında Şatt nehrine karışır.
O sarp yerde Bitlis Han’ı Abdal Han’ın askeri
göründü. Baktık ki Abdal han atından inmiş, koşarak paşaya geliyor. Eteğini
öpeceği esnada paşa atından indi, birbirleriyle kucaklaşıp öpüştüler. Hayli
sohbet ettikten sonra Han dedi ki;
-Sultanım, hemen ata binip ileride kahvaltı
edesiniz!
Paşa yine atına binmiş sekizer, kat mehterhanesini
döğerek gidiyordu. Baktık ki çimenlik bir dere. İçindeki Acem (İranlı/Farsi),
Türkmen ve Kürt tarzında obalar, Osmanlı gölgelikleri ve çadırlar ile sanki
lâle bahçesine dönmüş. Paşa bu iç açıcı yere varıp çadırında kaldı. Bir anda
tamamen altın ve gümüş tepsiler, fağfuri (Çini), balgami () ve mertebani
(Dereceli ) kâseler ile bir sofra kurulmuştu. Melek Ahmet paşa efendimizin üç
bin askerine üç bin nevgerine ve karşılamaya gelen şehir ayanına etrafta olan
Kürtlerin ileri gelenlerine yettikten başka, çimen üzerine binlerce sahan
çeşitli yemekler dökülmüştü.
Oradan hareket edilirken Han hemen paşanın
huzurunda yer öptü. On iki adamı yetmiş adet hana bağlı işret (aşiret) beyleri
de saygı gösterisinde bulunup yere kapandılar. Han dedi ki;
-Efendim, bu istirahat ettiğiniz yedi aded
otağ ve çadırlar sultanımın sefa etmesi içindir. Kabul buyurun. Huzurunuza
gelen elli aded gümüş sahanlar ve yüz aded fağfuri mertebaniler ile bütün yemek
kabları sultanımındır. Dört Çerkez, dört Gürcü ve dört Abaza köleler dahi
sultanımın köleleridir.
Sonra el öptü. Paşa da kemerinden Sultan
Murad Han hançerlerinden sivri uçlu ve keskin bir hançer çıkarıp hediye etti.
Kendi eliyle Han’ın beline bağladı. Bir samur (Samur kürk) Han’a üç kürk de
çocuklarına, yetmiş aded kuşaklık altın yaldızlara bulanmış hilatları Han’ın
adamlarına giydirdi. Sonra atına binerek mehterhânesini çaldırıp yola çıktı.
O dere ve tepeler üzerinden Bitlis şehrine
diye giderken Hanın büyün adamları bir adamın başına üşüşmüş gülüşerek, şakalar
ederek gidiyorlardı.
Ben;
-Acaba bu hay-huy, anlamsız şakaların ve
gülünçlüğün sebebi ne ola? Diyerek ileri vardım.
Garip kıyafetli, çirkin görünüşlü bir Kürt’ün
başında kuş yuvası olacak kadar uzun bir sarık vardı. Ancak meşale topu olmaya
layık sarı, kırmızı, beyaz, yeşil karışımı bir de sakal vardı ki tâ kemerine
inmişti.
Zayıf bir ata binmişti, eline iri bir yılan
almış altındaki fakir ata o fukaraya yılan ile kamçı gibi vuruyordu. Fakat
beygirin adım atacak hali kalmamıştı. Ağzının salyaları çeşme gibi akıyordu,
gözünde ise asla fer kalmamıştı. Dört ayağı sanki nane çöpü gibi (çok ince)
olmuş, bütün kemikleri teker teker sayılıyor, sağa sola yalpalayarak sersem
gibi yürüyordu. Elmacık kemiklerine ikişer torba asmış, o fakir at ise ahrete
ayak basmıştı sanki. Yine böyle iken o fakir atı kamçılıyor, kâh inip kâh
biniyor, bu çirkin herif sanki hayvanla oyun oynuyordu. Bütün halk ta bunun
için gülüşüyordu.
Hanın Kurban Ali adındaki kölesi herife bir
altın verip;
-Canım molla Mehmed, küheylana bir kamçıcık
eyle! Dedi.
Ben;
-Hey aşık, bre ol kamçıyı vurup koşturursa o
son koşusu ahrette olacak! Dedim.
Hemen yılandan kamçı ile o zayıf hayvana
vurdu, dizgin düşürüp o sarp kayalara çıkıp Han ile paşanın yanından yıldırım
gibi o at ile öyle bir geçti ki bütün paşalar hayrette kaldılar. Hanın
askerleri ise gülüştüler. Yine öte baştan geriye doludizgin kayadan kayaya
atını çökerterek şimşek gibi gelerek Hanın askerleri arasına girdi. Hemen
herifin yanına vardım atı soluyor mu diye? Atının yüzüne gözüne baktım. Ne gözünde
nur var ne solur ne durur. Böyle bir alamet yok.
|
Sabi kadınları Fırat civarı |
-Sübhanallah, bu ne sırdır? Derken herif bana
gülerek;
-Ne çok bakmışsın satın mı alırsın? Bu at
benim büyük dedelerimden kalmıştır. Paşan dahi istese bunu vermem. Dünya halkı
buna paha yetiştiremez!
Diye bir takım sözler söyledi. Hanın çaşnigirbaşısı
(Yemek tadımcısı) Mustafa dedi ki;
-Evliye Çelebi, sen bu zayıf atı ne sanırsın?
Bu Hanın külhanında (çok büyük ısıtma amaçlı mangal) bir tomruk kütük parçası
idi. Han bu mollaya alaya binmek için bir at vermediği gibi;
-Melek Ahmet paşa alayına karşı benim alayımı
küçültürsün, alaya gitme! Diye tembih etmişti. Hemen bu molla gidip külhanda bu
tomruğa bir efsun etti, bu şekilde zayıf bir at oldu. İşte ona binerek burada
böyle marifetlerle gösterişte bulundu. Ama Han pek gücendi. Zira sizin paşa bu
atın bu şekilde meydana geldiğini öğrenirse;
-Hanın simyacıları ve kimyacıları varmış!
Der.
-Bu cihetle Han sonunu düşünerek endişelenip
çok üzüldü!
Bu hali öğrenince aklım başımdan gitti ve;
-Bre çaşnigirbaşı, Hazreti peygamberi
seversen sen ne dersin? Dedim.
Çaşnigirbaşı;
-Hazreti sultanın temiz ruhu için böyledir. O
molla, yârandan ve zevk sahibi kimsedir. Kâh bir sütun parçasına, kâh tekneye,
kâh küpe, kâh posta, kâh böyle bir ağaç parçasına binip bir efsun eder. O an
binip ne tarafa giderse gider. Kedi, koyun, köpek ve diğer canlı her şeye binse
Hazreti Ali’nin düldülü gibi oynattırıp cirit oynatır! Diye yemin etti.
-Ben buna inanmam. Mutlaka bu sırrı öğrenmem
lâzım gerek ! Diyerek Çaşnigirbaşına rica ettim.
-N’ola, düş yanıma! (Haydi gidelim!)
Deyip molla Mehmed’in peşinden Hanın bağına
vardık. Hemen molla o at ile bağın arka kapısında içeri girdi. Kimsenin
görmediğini sanarak külhana doğru gidince yaya olarak üç adamımla kendisini
takip ettim. Attan inip elindeki yılanı çakşırı içine koydu ve çömelerek yere
oturdu. Yine çakşırından bir uçkur çıkarıp zayıf atın boğazına bağladı ve bir
nara attı. Orası hemen karanlık oldu. Benim gözlerim karardı ve bir baktım ki
külhan içinde dallı budaklı bir kütük meydana gelmemiş mi? Drhal çaşnigirbaşı
dedi ki;
-Ey molla, rüzgâr gibi süratli atı külhana
bağladın!
O da;
-Han dedikleri pis bana bir at vermedi. Ben
de böyle yaptım. Vallahi billahi saray Frasi Bağdo’ya binsem gerek idi. Amma
Osmanlı alayı geldi, beni bağlarla diye tomruğa binmişim!
Diye cevap vererek olanları inkâr etmedi.
Sonra;
-Bunlar kimdir? Diye bizi sordu. Bizimle
henüz tanışmamıştı zira! Çaşnigir;
-Allah kelâmının hafızı ve paşanın nedimi
olup yanında bulunur! Dedi. Bunun üzerine son derece sevinç duyup bizimle dost
oldu…”
Evliya Çelebi Molla Mehmet’in başka göz
bağcılıkları konusunda başka tanıklıklarını da anlatır. Bunlardan birisi,
Bitlis kalesinin kapılarını kapatıp, işeyerek bütün kaleyi sidikle doldurur,
herkes anadan üryan soyunup boğulmamak için yüzmeye ve bir yerlere tutunmaya
başlarlar. Uzun süren bu hikâyenin sonunda iki tası birbirine vurarak sihri
bozduğunda kalenin bir yerinde bir damla ıslaklık bulunmadığına ve soyunup
çıplak kalanların da alay edilerek aşağılandıklarına tanık olduğunu anlatır.
Bir başka sihir tanıklığında da çuvaldan
çıkardığı bir yılanın kalenin ortasına giderek devleştiğini ve gözlerinden
çıkardığı ateşlerle insanları korkuttuğunu, sonunda Molla Mehmet’in bu yılana
binerek hızla şehri terk ettiğini anlatır.
Bu gösterilerine başlarken ortaya koyduğu bir çuval vardır. Çuvalı
bıraktıktan sonra tamamen soyunur ve Melek Ahmet Paşa önüne gelerek,
“Huzurunuzda soyunmam edep dışıdır ama bakınız ki bende uzuv yoktur der.
Baktıklarında tenasül uzuvlarının olmadığı gibi dışkı deliğinin bile olmadığını
görürler. Bitlis’te buna benzer daha fazla sihir olayı tanıklıkları da kitapta
vardır.
Yılanın sırtında meydanı terk edip dağlara
gittiğinde bıraktığı çuvalı açarlar ve çuvalın içinde;
Koyun, deve yününden alaca ince ipler, kendir
tohumları, içinde çeşitli ilaçlar bulunan kutular, karaçalı dikenleri, kâfur,
balmumu, karagünlük, öd, amber, zift, katran, pelyan, zakkum, mum, eski bezler,
alaca bezler, Keşan kadifesi, Şam kutnısı parçaları, hokkalar içinde yağlar,
macunlar, tatlılar, kavun, karpuz, hıyar, kabak çekirdekleri, çeşitli tohumlar,
kumkumalar içinde rakı, sirke, şarap, neft, tüyleri tuzlanmış koyun, keçi
başları, ayakları, sandoloz, bir aslan başı, sayısız yılan, sakankur,
kertenkele, akrep ve çiyan ölüleri, birer tane olmak üzere eşek, at, katır,
deve, domuz ayakları, dişleri, hokkalar içinde canlı kara sümüklü böcekleri,
Van gölünde yetişen çeşitli böcekler, kurumuş adam kafatası, kaplan, aslan,
pars kafatasları, çeşitli hayvan derileri, samur, zerduva, kakum ve vaşak
derisine varıncaya kadar çeşitli postlar vardı. Ama hiç birisi beş para
etmezdi. Çuvalda bulunan ilaçlar eczacı dükkanlarında bulunmazdı.
Ahmet
paşanın; “Bu kadar anlamsız şeyleri, rakısı, şarabı, sirkesi… var! Demesi
üzerine Abdal Han;
Sultanım, Billah üç yıldır bizdedir. Ömründe
şarap, tütün, kahve içtiği yoktur. Gece ibadette, gündüz oruçludur. Devamlı
olarak Davud orucu tutar. Ömründe bıçak ile kesilmiş, kanı akmış, canı çıkmış
canlı eti yememiştir. (İslam’ın şartlarının tam tersini yapıyor)
Bir vakit namazını kazaya bırakmaz. Ancak
Mağrib diyarında (Fas) Merankuş şehrinde bu simya ilmini öğrenip sultanıma
göstermek için benim isteğimle biraz marifet göstermiştir. Yoksa bu uyku
hayaldir, halka bir zarar vermez.
Paşa;
-Ya bu hayvan derileri ve canlı hayvanları
hapsedip neyler?
Han;
-Evet, sultanım, zor bir soru sordunuz! Onun
işlediği bütün işler ve simyanın aslı yine Cenab-ı Hakkın kudreti ile
yaratılmış olan eşya ve varlıklardır ve görmüş olduğunuz marifetleri göstermek
için araçtır. Mesela, vücuduna hokkasından bir yağ sürüp efsun etti, tenasül
uzuvlarını yok olarak gösterdi. Kırağı ve çiy yağı sürüp kendisini havda
gösterdi, kumkuma ve ibrik ile halkın üzerine su döküp işediğini sanmamızı
sağladı, yere efsunlu suyu döktüğünde halk kendisini boğuluyor gibi gördü, bağrışarak
kaçışmaya, soyunmaya, yüzerek kurtulmaya çalıştılar. Çuvaldan çıkardığı yılanı
efsunlayarak ejderha şeklinde gösterdi. Sultanımın korkusundan kaçarken çuvalı
burada bıraktı. Çuvalın içinde ne kadar hayvan postları varsa onların hepsini
canlı olarak gösterir ki, Allah’ın ezeli kudretidir. Onun içindir ki
çuvalındaki her bir parçayı canı gibi saklar! Diyerek molla Mehmet’i övdü.
Paşa;
- Şu sihirbazın çuvalını kaldırın ben parende
atan pehlivanlardan hoşlandım!
Demesi üzerine pehlivan gösterileri başlar.
Pehlivanlar da akrobat, canbaz, ve biraz da simyacılık marifetlerine
sahiptirler. Bunu Abdal Han’ın Melek paşaya pehlivanlarını tanıtırken kurduğu
cümleden öğreniyoruz;
-“Hizmetinizde birkaç usta pehlivanımız var.
Murad-ı şerifiniz olursa meydana bakar yüksek köşke teşrif buyurup seyreder
misiniz? Bunların her biri simya ilminde, tayy-ı mekan ilminde (mekan
değiştirme) ve pehlivanlıkta pek değerlidirler!”
Han, Elçi huzuruna çıkarken andıkları kutsal
kişilikler arasında Grek kökenli filozofların da adları geçmektedir. Bitlis
Hanı Abdal Han’ın izniyle Melek Ahmet paşa önünde hünerlerini sergilemeye çıkan
Acem bir pehlivan, siyah derili kıspeti ile huzura geldiğinde şöyle dua ederken
önce peygamber Muhammedi, dört halifeyi, on iki imamı, Osmanlı padişahını ve
Melek Ahmet paşayı, Abdal Hanı ve çocuklarını saydıktan sonra yere yüz sürüp;
-“Destur ey Eflatun tedbirli vezir!” Diyerek
Melek Ahmet paşadan gösterisi için izin ister. Cambazlık hareketlerini yaparken
de “Ya Hay!, Ya Allah!” şeklinde nara
atar. Eflatun gene Grek filozofudur.
Yukarıda adı ilginç olayları anlatılan Molla
Mehmet işlerine başlarken izin almak için;
-“Hayyealessala. Han ocağı daim ola. Melek
Ahmet paşa kaim ola. Fisagor, Ebu Ali
Sinave biraderi Ebul Haris’in ruhu şad ola!” İfadelerini kullanır ve Grek
bilgini Pisagorun adını anmaları Grek Kültüne de sahip olduklarını kendilerini Yunan/Rum saydıklarını, "Hay" diyerek de Sabi ve Ermeni İncillerinde geçen Allah'a inandıklarını göstermektedir.
Bu kadar “sıcak” bir ortam aslında
düşünüldüğünde karşılıklı bir meydan okumadır. Abdal Han’ın sihirbazlarının
marifetlerinin savaş zamanında ne şekil alabileceğini, kuvvetli cesur
pehlivanlarının ağızları açık bırakan marifetlerini de hesaplamak gerekir.
Bu
aslında bir çeşit meydan okumadır ve Melek Ahmet paşa da bunu böyle anlamıştır
ve Abdal Han’a şu nasihatleri vermiştir;
“…Amma ey Han kardeşim, senden ricam şudur;
Biz Osmanlı vezirlerindeniz, özellikle (IV.)Murad Han’ın damadıyız. Nitekim Van
Eyaletinin mutasarrıfıyım. Sen de benim eyaletimde “Serbest Hâkimsin ve devamlı
ocaklık olmak üzere bu eyaletinde mutasarrıfısın!”
Paşayı hanıma kondurup bu kadar ikram ettim
diye yanında olan “”hokkabaz ve maymuncuların sözlerine uyup “KÜRT DAMARLARINI”
depreştirip kanuna aykırı uygunsuz bir işte bulunmayasın. Her tarafında kol
gezen aşiret beyleri ile hoşça geçinip görevli bulunduğun padişah hizmetlerini
yerine getiresin. Bu Melek kardeşin de doğru sözlüdür. Zerre kadar şeriat,
tarikat, hakikat ve marifetten taş koparırsan senden de baş kopar! Ben Van’da
bulundukça bütün halk ile dürüst geçin.
Eğer “İbşir paşa Melek Ahmed paşayı Van’a
sürdü ne haysiyet ve vakarı olsa gerek? Dersen ben de derim ki;”Hala Hatt-ı
Şerif ile Serdar-ı muazzam ve tuğrakeş-i düstur-ı mükerremim” Hemen sesini
kesip hak yolundan ayrılma. İşte sana nasihatim budur!...”
Buraya kadar Bitlis Hanı Abdal Hanın ve halkının
Yezidi, Sabi oldukları kousunda tespitlerimi ve delillerimi yazmaya gayret
ettim. Seyehatnameyi okudukça zaman içinde seyahat ettiğimde gördüm ki,
yukarıda “avantayı bolca bulduğundan Abdal Hanı meth etmeye doyamayan Evliya
Çelebi’nin Bitlis ve Kürtleri hakkında aslında benimle aynı fikirde olduğunu
gördüm.
İşin aslı, Melek Ahmet paşanın doğuya tayini
de Kürt beyleriyle ilişkileri de geçmişe dayalı bir ince hesaba dayanmaktaymış.
1634’lerde Bağdat Seferinden dönen padişah
IV. Murat’a Abdal Han ve bazı Yezidi Kürt hanları “zafer kutlamasına”
gelmemişler. Bu da padişaha “hakaret” anlamına geliyormuş. Savaştan çıkan
ordusunu yormak istemediği için Melek Ahmet paşaya bunun öcünü alması için
vasiyet etmiş. Paşa bunu Evliya Çelebiye bir güzel açıklıyor.
Bu yemekten sonra Melek Ahmet paşa Van’a
gidiyor, millet de onu “Paşa Macaristan, Kırım ve Bağdat arasında nice
seferlerdeki başarılarına rağmen “doğuya sürgün yemiş” olarak görmeye
başlıyorlar.
Önce Mardin’de “Saçlılar” ya da halkın,
kaşları, bıyıkları, burun kılları ve kulak kıllarını uzatarak bıyık gibi
koruduklarından dolayı, “Sekiz bıyıklı Kürtler” dedikleri Babür
İmparatorluğundan göç geldikleri için “Babürdler” olarak da bilinen, şeytana
tapan, yıkanmayı, okuryazarlığı “dinden çıkmak sayan”, siyah köpeklere tapan,
doğan çocuklarına ana sütünden önce köpek sütü içiren, keçe gibi saçları olan,
eşkıya, isyancı Kürtlerin işini bitiriyor. Bunu yaparken de Abdal Han’a mektup
yazıp onu eşkıyalıklarıyla suçlar, herkes Abdal Han’a saldıracak diye beklerken
o Mardin’deki Saçlılara ani bir saldırı yaparak onların işlerini bitirir. Sonra
Van’a geçer, orada kalenin imarı ve çevresinin tesviyesi ile uğraşırken Abdal
Han da Erzurum’a kadar bölgede dehşet salar, yağma ve haksız vergiler toplamaya
başlar. Olay tamamen bir “Yezidi Kürdistan Kurma Savaşına” dönüşür, bölge halkı
Osmanlı ile Abdal Han arasında bölünür.
Melek Ahmet paşaya Vanlılar büyük destek
verirler, onların yanında, Malazgirt Beyi Mahmudi Bey, Bargiri Beyi Şeref Han
Bey, Erzurum sancağından Hınıs Beyi, Tekman
Beyi, Avnik, Kuzucan, Muş, Pinyaniş, Adilcevaz, Gazikıran, Ahlat kale komutanı,
Diyarbakır Beyi bazı kazaları hariç, Beyi Hakkâri Beyleri de destek
verenlerdendirler.
Abdal Han yanında olanlar ise, Diyarbakır’dan
Çapakçur, Çemişkezek (Şimdi Tunceli ilçesi- Bu iki beyi Diyarbakır beyi
yakalatır), Ceska Beyi, Hazo Beyi Murteza (Abdal Han’ın damadı), Van’dan Zeriki
Beyi doğrudan Abdal Han’a katılırlar. Ayrıca bölgede, Cengiz, Timur ve Hazar
Türklerinden kalan Tatarların bazıları da Abdal Han’ın yanında yer alır.
Osmanlı’nın yıkılışında Vatikan ve Moskova yanında, bu gün PKK- AKP yanında yer
aldıkları gibi.
Durumun “belirginleşmesini bekleyenler,
Van’dan Esbiirt, Kârkâr, Şervi, Hiron, Ağaniş, Keşan, Meksiberda, Lâdik,
Erecik, Dalagrer, Çobanlı, Hakkari’den Ben-i Kutur (Yahudi), Abaguy Beyleri ise
askeri yardım göndermişler ama savaşa şahsen katılmamışlar, olayların akışını
seyretmektedirler.
Ayrıca
Gürcistan beylerinin de Bitlis Hanı ile pazarlık edip anlaşmalarına rağmen
Osmanlı ordusuna katılmaları da şüphe uyandırmıştır. Gürcü- Bitlis işbirliğinin
1650’lerde de var olduğunu görmek bana şaşırtıcı gelmemiştir.
Kuşatma esnasında Melek Ahmet paşa bir suikasttan
Evliya Çelebi’nin uyanıklığı sayesinde kurtulur. Gelen bir padişah fermanında
da Van’dan orduya katılan Sekban ve Sarıca askerlerinin Abdal Han yanında
oldukları ve hemen “öldürülmelerini isteyen” ferman da gelir.
Savaşa başlamadan önce iki rekât namaz kılan
Melek Ahmet paşanın, gözlerinden akan yaşlarla ettiği zafer duasında da
Bitlislilerin Yezidi oldukları vurgulanır;
“-İlahi! Kuvvet ve kudret, yardım ve fesat
senindir. Verme, koruma ve doğruluk, iyilik ve büyüklük yine senindir. Dini
Mübin gayretine bir fırka Muhammed ümmetini başıma topladım. Elimi yüzüme alıp,
kapına dilenmeye geldim. Onu hiç boş döndürmedin. Yine eşsiz padişahımdan
dilerim ki, Ahmed’in bu ricasını da kabul edip bu kadar insanı acındırma. BU
YEZİDİ HAŞERATINI SEVİNDİRME!”
Savaş başlar, Evliya’nın anlattıkları
yürekleri parçalar da ben sadece savaşın “barut kokan kısmından” bir kısmı
aktarayım;
“…Her iki taraftan binlerce top ve tüfek
atıldı. İki tarafın askeri de Nemrut ateşi içinde kaldılar. O an Mahşer gününe
döndü. Siyah barut dumanı göğe yükselip dost düşman yerleri seçilince Dihdivan
dağlarının tepelerinde olan Çaker Ağa gördü ki, Osmanlı askeri metrisler
içinden kılıç vurup geliyor. Kendisi tabyasında kalıp bir hayli cenk etti ise
de sonunda Malazgirt ve Mahmudi beyleri onu yerinden çıkardıklarında aşağı
Bitlis şehrine kaçtı. Paşa tarafından bütün Van askerine paye verildi…”
Bu savaşta Vanlıların, Malazgirtlilerin, Cilo
aşiretinden Hakkârililerin Abdal Han’a özel düşmanlıkları olduğundan çok
gönüllü, cansiperane savaştıkları ve zafer sonrasında paşa tarafından da memnun
kalacakları şekilde ödüllendirildikleri anlatılır. Abdal Han ise yükte hafif,
pahada ağır ne varsa beş altı yüz askeriyle savaşın kızıştığı anda sinsice
kaçmayı başarır.
Bitlis kalesine sıkışan Abdal Han’ın askerleri,
kale önünden gelip geçen kendi halkları olan Yezidilere de top tüfek atışları
ile zarar, korku verirler. Vanlıların özel teşviki ile durumun
değerlendirmesini yapan paşa, kalenin fethine karar verir ve teslim olmalar
için ferman gönderir. Kale içindekiler ise ;
“Kale Hanındır, Osmanlının olsa içinde
Osmanlı askeri olurdu. Osmanlının kale ile ne ilgisi var? Biz hepimiz Han
kuluyuz!” Cevabını gönderince, gösterilen bu asilik üzerine fetih kararı
alınır.
Hazırlıklar tamamlanıp kale hisarı kuşatılıp
ordular yerini aldıklarında bir alay Yezidi gece toplanıp meşaleler, çıralar
yakarak kale içini aydınlatırlar ve;
-“ Allah birdir, bir!*” Diye feryada
başlarlar.
*(
Sabilerin
ve o dinden doğan Yezidilerin tanrıları arasında Allah İslam öncesi de
tapınılan bir tanrıdır. Sabilerin soyundan ürediklerine inandıkları Er Ruha(Dişi Şeytan) Allah’ın kızıdır, Allah onun babasıdır. Kudüs’te bulunan M.Ö-
1000- 0 yılları arasında yazıldığı tespit edilen ve Nag Hammadi Kütüphanesinde
saklanan bir Sabi dua metninde Sabi tanrıçası Er Ruha (Astarte, İştar, İnanna,
Bedi), “Allah’ım beni niye kovdun, uzaklara attın” diye şikâyet etmektedir. Bu
duadan da Tevrat, İncil, Kuran’da geçen “cennetten kovulmuş aşağılanmış
şeytanın” Er Ruha olduğunu öğreniyoruz.
Halkının Sabi olduğu için Urfa adının da Osmanlı kayıtlarında “Er Ruha, Roha
Vilayeti” olarak geçtiğine, Urfa adının da bu adın bozulmasından türetildiğine
tanık oluyoruz. Urfa’nın Harran
ilçesinde dünyanın ilk Sabi üniversitesi vardır, pozitifi bilimlerin yanında
simya (büyücülük) eğitimi ağırlıklıydı .Evliya Çelebi Seyahatnamesinde de bu
böyledir.
Yahudilik, Yezidilik- Mecusilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık hep Sabi
dininden doğmuştur. Müslümanlar namaz, oruç, hac, abdest, tespih, tavaf,
kurban, zekât, fitre, sünnet geleneklerini ve kadınlarının “çoğunlukla beyaz
çarşaf- peçeli, burkalı, erkeklerinin de sarıklı, çarıklı, beyaz cübbeli
giyinmelerini, dillerinde Allah adını, imam, müezzin, cami, mihrap, mimber adlarını
bunlardan işittiklerinde bunları kendinden sanmaktadırlar. Aralarındaki en
önemli fark ise, Kur’an, Merkür, Venüs, Dünya, Ay, Mars, Jüpiter, Satürn ve
Güneş’in “gök cisimleri olduklarını, Allah’ın takdiri ile gökyüzünde
yüzdüklerini anlattığından Müslümanlar bunlara tapınmazlar ve medet ummazlar.
Sabiler ve Yezidiler ise bunların “tanrıların bedenlenmiş hali olduklarına”
inanırlar ve onlardan medet umar, namaz kılar, kurban keserler, Muhammed’in
“Şeytan Bazut, İsa’nın ise “sahte peygamber” olduğuna inanırlar. Çocuklarını
Fırat nehri suyunda vaftiz ederler, bazıları çocukları ölse bile doğar doğmaz
sünnet ederler, Tevrat ve İncil okurlar, İslam’ı sevmezler, Müslümanlara kız
vermezler, onların helalarına girmek zorunda kalsalar taharetlenmezler ve helanın
kapı ve duvarlarına necasetlerini sürerler, namazlarını gizli kılarlar ve
onlardan olmayan biri namaz kılarken görürse namazları bozulur v.s. İslam öncesi de Kâbe’de hac, tavaf, namaz,
Cuma ve bayram namazları, üç aylar, kurban (insan ve hayvan), zekât, fitre gibi
dini gelenekler vardı. A. Yavuz)
M. 1652(H. 1065) yılının Ramazan ayında
Bitlis Kalesi Osmanlı veziri Melek Ahmet Paşa tarafından teslim alınır. Melek
Ahmet paşa, Abdal Han’a yandaşlık yapanların büyük çoğunluğunu affeder, bir
kısmını da Vanlılar ve savaşa destek veren öteki Kürtler ile birazını da Evliya
Çelebinin aracılığı ile afları gerçekleşir. Gerçekten “Müslüman olmayan Yezidilerden
Kürtçülük” yapanlar cezalandırılır.
Resim Düşmanı Kadızade Tarikatı Müridi;
Kadızade Tarikatı- M.S. 1760’da vefat etmiş Erzurum
Müftülüğü yapmış olan Muhammed Arif Efendi’nin kurduğu tarikata verilen addır.
Evliya Çelebi’nin çağdaşıdır. Günümüzdeki ardılları 1950’lerden sonra ezan
okunması ve rahatlıkla herkesçe işitilmesi için minarelere, camilere konulan
hoparlörlere karşı çıkmışlardır. Her türlü resmin haram, şeytani olduğuna
inanırlar v.s. Oysa resim ve heykelin haram edilmesi, peygamberlik döneminde ve
sonrasında da Müslümanların put (heykel) ve ikonlardan (resim) medet ummaları
devam etmiştir. Yasaklanan sadece Araplar arasında sayıları binleri geçen Arap
tanrı, tanrıçalarına ait, insan veya hayvan sıfatında cin ve şeytan resimleri
yasaklanmıştır. Mantık bu yöndedir. Tanrı olarak tapınılmayan bir insan veya
hayvan resminin veya heykelinin neden haram olduğu konusunda bir fikir yoktur.
Oysa kitapların, gazete ve mecmuaların resimleri olmasa okullarda nasıl
eğitim verilebileceği hakkında bir fikirleri olduğunu sanmıyorum. Japonların
yaptıkları insana benzeyen ve yürüyen, çay kahve ikramı yapan robotlarını, bir
otomobilin motor ve öteki aksamlarının, vinçlerin v.b. araçların şekillerini
resimsiz nasıl anlatabileceklerini ve anlayabileceklerini çok merak ediyorum.
Abdal Han’ın kalesinden ele geçirilenlerin
kurulan mezatla halka satışı sırasında birçok kıymetli kitap da vardır. Melek
Ahmet paşa bunları satarak savaşa katılan askerlerin aylıklarını, mükâfatlarını
ödeyecek parayı temin etmeye çalışmaktadır. Bu işten oldukça da para toplar.
Ancak bazı el yazması kıymetli kitaplar da yok pahasına açık arttırma ile
satılınca “-Millet alıyor ben de alayım!” derdinde olan bilinçsiz sofu
dindarların bir sanat eseri kitabı yok edişini Evliya’Nın kaleminden okuyalım;
“ Bu eşyalar hep yok bahasına satılıyordu.
Kadızade fırkasından geçinen nâmerd, kötü imansız biri, eşsiz bir eser olan
Şehname’yi mezadda “1.600” kuruşa alıp
üzerine yazdırır. Anlayışsız herif çadırına varıp “resim haramdır” diyerek
bütün resimleri berbad edip gözlerini çıkarır. O resimlerin nergis gibi
gözlerini bıçakla oyarken her sahifeyi delik deşik etmiş, bazı resimleri
“boğazladım” zannıyla bıçakla boğazlarından çizmiş hele o güzel yüzleri kibar
elbiseleri ağzındaki pis tükürüğü ile kirletmiş ve böyle değeri sonsuz olan bir
kitabın her sahifesini üstad ancak bir ayda tamamlamış iken, böyle bir edepsiz
bir anda salyasıyla berbad ediyor!
Hatta ertesi günü, dellal (tellal) kitabın
parasın ı istemeye gittiğinde;
-Ben ne ideyim? Resimli papaz kitabını resim
haramdır diye elime almayıp bütün resimlerini bozdum! Diyerek Şeyname’yi
dellalın üstüne atar. Dellal kitabı açar bakar ki ne görsün? Bir resim bile
kalmamış.
-Bire Ümmet-i Muhammed, bu şehname’yi görün,
bu zalim neylemiş! Diye feryat eder.
Edepsiz herif der ki;
-İyi vardım, hoş ettim ki nehyi müsker
eyledim. Yalnız bir resim alıkoydum, o da benim Tire’deki oğlanıma benzediği
için!
Dellal baktı ki onunla dövüşmek olmaz, hemen
paşaya gelip herifi şik^
-Ey vezir,şu Şehname’yi Hakkâri Beyi
kethüdası Cilomerg kaleli Han Murad Bey “1400” kuruşa aldı. Kitab üç gece
yanında kaldı. Meğer herif Kadızadeli imiş. Bütün resimlerin gözlerini delip
bir çok resimleri pabuç sün geri ile silmiş. Bu Şehname’nin elli adet toplu
resimlerini berbad edip kitabı değersiz yaptıktan başka bu kadar dellallığıma
da gadretti.!” Dedi ve Şehnameyi vezirin huzuruna bıraktı.
Paşa
Şehname’yi görünce ah edip huzurdakilere gösterdi. Herkes adama lanet etti.
Dellal;
-Sultanım benim dellallığıma zarar gelmesin!
Dedi. Paşa;
-Bre dellal, merak etme. Senin dellallığa
zarar etmemiş, padişah malına zarar vermiş. Tez o Tire’li hacıyı getirsinler!
Dedi. Etrafındakiler onu çeke çeke, sürüyerek, döverek paşanın huzuruna
getirdiler. Paşa;
-Bre adam bu kitabı niye böyle ettin? Deyince
herif dedi ki;
-Ya o kitap mıdır, papaz yazısıdır, iyi
ettim. Nehyi münker ederek bozdum!
Paşa;
-Sen nehyi münker etmeye memur değilsin. Amma
ben mezadda iki bin kuruşa çıkmış kitabı sana göstereyim. Alın şunu!
Dedi, herif her ne kadar;
-Ben
kapıkulu Yeniçerisiyim! Dediyse de cellatlar el aman vermeyip bin değnek
vurarak Bitlis Kadısının kararı üzere devlet malı için “1.600” kuruş alıp
dellala da “10” kuruş verdiler. Pejmürde şehnameyi de herifin eline verip
ordudan kovdular.
-Hay Allah belanı versin! Diyerek herif
yürüdü. Bütün askerler zavallıya hakaret ederek maymuna çevirdiler, ara sıra
taşlar atılarak Diyarbekir’e gönderdiler.””
Kürtlerin Osmanlı’nın en güçlü zamanında
yaptıkları asilikleri ve işbirlikçiliklerini okumaya devam edeceğiz.
Şimdi, 19. Yüzyıl sonlarında ve 20. Yüzyıl
başlarında emperyalist devletlerin hesaplarına göre, yıkılacak olan Osmanlı’nın
yerine kurulacak devletlerden birisi olan Kürdistan eyaleti için “Halife veya
Şeyhülislâm olarak hazırlanmış”, ömrünü İslâm Kürdistan’ı için harcamış, hocası
Siirtli Fethullah ve padişah Sultan II. Abdülhamit tarafından “delilik teşhisi”
konulmuş, misyoner İngiliz rahip casusu Mr. Robert Frew’un destekleriyle, 20.
Yüzyılda Türk ve Müslüman dünyasının en büyük belası olarak hazırlanmış Said-i
Meşhur/ Kürdi/ Nursi/ Bediüzzaman’ın
en son sıralamada bulunan “Bediüzzaman”
adını nasıl aldığını, kâtibi Hüsrev’e yazdırdığı
“Tarihçe-i Hayatım” adlı
kitabından okuyalım;
Deliüzzaman-ı
Said-i Kürdi Van’da Kimya Kitabı Okur ve Kimyager ve Bediüzzaman Olur;
“…Van’da
mâruf ulema bulunmadığından, Hasan Paşanın daveti
üzerine Molla Said Van’a gitti. Van’da on beş sene kalarak,
aşâirin irşadı
için aralarında seyahatle tedris ve tederrüs
vazifesiyle hayat geçirdi. Van’da
bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilât
ederek, bu asırda, yalnız eski tarzdaki ilm-i kelâmın İslâm hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi
olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür.HAŞİYE-1
Bu kanaati hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri
tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda tarih,
coğrafya, riyaziyat, jeoloji,
fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin
esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız
kendi mütalâası sayesinde hakkıyla anlamıştır. Meselâ, bir coğrafya muallimini, mübahaseye
girişmeden evvel, yirmi dört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya
kitabını hıfzetmek suretiyle,
ertesi gün Van Valisi
merhum Tahir Paşanın
konağında onu ilzam eder. Ve yine aynı surette
bir muaraza neticesinde, beş gün zarfında kimya-yı gayr-ı uzvîyi elde ederek, kimya muallimiyle muarazaya
girişir ve onu da ilzam eder. İşte pek genç yaşındaki mezkûr harikulâdeliklere
ve bahr-i umman halinde bir ilme mâlikiyetine şahit olan ehl-i
ilim, Molla Said’e “Bediüzzaman”
lâkabını vermiştir…”
Bediüzzaman’ın Günümüze Göre Açıklaması;
Bedi adı Kur’an’da Allah’ın Esma-ül Hüsna’sı
olan yani “99” doksan dokuz adından birisidir ve “mucize, harika” demektir.
Ayrıca, Tevrat II. Krallar kitabında geçen “gök cisimlerinin tanrı olduğuna
inanarak onlara tapan ve çocuklarını kurban eden Filistin- Lübnan Sabilerinin
tapındıkları tanrıçaları “Astarte’nin” de adlarından birisidir. Sabi tanrıçası
Asrarte aynı zamanda yüzüne ve gözüne bakılamayan “nazarcıdır” yani
bakışlarıyla insanı öldürebilir, diriltebilir. Tevrat’ta çok yerde geçtiği gibi
onların yüzlerine bakan veya onlara görünen yaşamaz ölür. Bu yüzden Tevrat’ta
Allah ile görüşen İbrahim, Hacer ve onlardan türeyen nesilleri “tanrıyı görüp
sağ kaldıklarından şükranlarını göstermek için” taş anıtlar dikerler. “Bedi”
böyle tanrıya, Allah’a yakışır mucizelerdir.
Zaman Adının “Mitolojik” Açıklaması;
Aramilerin tarihi kökenlerini araştıran yazar
Edward Lepinski’nin “”The Arameans: Their Ancient History, Culture,
Religion” (Aramilerin Eski Tarihleri,
Kültürleri ve Dinleri) adlı kitabının “Aramaean Pre-Hıstory and Proto Hıstory” (Tarih Öncesi ve İlk Aramilerin
Tarihleri) kısmının dördüncü bölümü “135”. Sayfasında “Beyt Zamman’ın” anlamını
açıklamaktadır. Türkçeye çevirisi tarafımdan yapılmıştır.
“Bölüm VI- S.135
Beyt Z- Zammâni
Beyt Zammani, Zamman adından, Arami Kabile
devletine Asurluların verdiği addır. Şahıs adı olarak M.Ö.18.yüzyılda Babil’de Amoriler arasında, Za-am-ma-a-nu-um, Za-am-ma-nu-um
şeklinde ortaya çıkmıştır. Milattan once yedinci yüz yıllarda Yeni Asur döneminde
“Za-am-ma-a-ni” şeklinde görünmektedir.
Kişi adı
olarak “Zamman” belirsizdir ama “bağlamak” anlamına gelen ya da diğer
anlamı büyü ile “bağcı, bağlayan” anlamında Sami fiili olan “Zamm”
dan türetildiği sanılmaktadır.
M.Ö.13. yüzyılın ilk üçte birlik “1/3”
dönemlerine tarihlenen orta Asur dönemi Tel Billa’daki idari kayıtlarda ortaya
çıkan “Beyt-Za-ma-ni” den açıkça söz
edilmektedir. Metinlerin tarihleri J.J.
Finkelstein’in doğrudan ilişkişlendirdiği geç Arami devletinin “Beyt Zammani “ eyaletinin
valisi/yöneticisi olan “hassihlu şa halşi
E-Za-ma-ni “ Bel-Karrad’ın
oğlu Aşur Kassid’in valiliği dönemine uzanmaktadır. Eyaletin geniş toprakları Arami kabilesinin
adıyla anılmasına rağmen Metinler Arami
eyaletinin baş şehrine
atıf yapmamaktadır….”
“Zamman” adının “bağlayan, bağcı” anlamına
gelmesi, çok eskilerden beri Türkçe’de de sihirbazlar için “göz bağcı”
denilmesi , nazara inanılıp özellikle “çakır gözlülerden” kaçınılması, halk
arasında halen bazı kadın ve erkeklerin bakışlarının ardından hayvanların
çatlayarak, acılar içinde çığlıklar atarak ölmeleri, bilimde “hipnoz”
kavramları aynı anlama gelmektedir.
“Okur”
ama “yazamayan” Said-i Kürdi’nin yazdırdığı küçük broşürler halindeki
yazılarına “Risaleler, Lahikalar, Lemalar, Şualar” adları verilir. Bu
yazılarının ne yaşadığı dönemin dili olan Osmanlı Türkçesi ne de yeni Türkiye
Türkçesine, ne Farsçaya ne de Arapçaya
uymadığını kendisi de Kabul etmektedir. Nurcular, 1950 Adnan Menderes hükûmetiyle
iktidar edildikten sonra güçlendiler ve
2002’den beri ülkenin idaresine sahip oldular. Hatta 1950’den beri değişik
adlar ve yapılanmalarda daima iktidarda yer almışlardır.
İki yüzden fazla devlette üniversiteleri ve özel tarikat
ilk-ortaöğrenim okulları vardır. Said’in bu yazılarını günümüz diline “sadeleştirerek
çevrilme” çalışmalarına hep karşı çıkılmış, kendiliğinden bunu yapan tarikat
mensupları ya tarikattan kovulmuş ya da çok ağır şekilde cezalandırılmıştır.
Bunun nedeninin de Said’in yazılarının Cifr
İlmi” denen Yahudi Kabala düzeninde “büyülü” yazıldığına dair iddialar ve
itiraflar vardır. Eğer yazıları tam Türkçe’ye veya başka dile çevrildiğinde
“büyü bozulacak” ve Kürdistan” kurulması gerçekleşemeyecektir.
Bu konuyu gene kendi kitabından görelim;
Said eserlerini kendi anlayacağı şekilde yazdığını
söylüyor;
Ayet-ül Kübra;
Ben kendi müşahedatımı (gözlemlerimi) kendi fehmime (anlayışıma)göre ve kendim için yazdım. Sair (Diğer)
kitaplar gibi başkalarının fehmine
(anlayışına) ve telakkisine göre yazmadım”
Kürt Said diyor ki; ”Ben yazılarımdaki tespitlerimi kendi anlayacağım
şekilde yazdım. Başkaları gibi başkaları anlasın diye yazmadım”
“Yazı yazmayı” bilmediğine başka örnek;
26.İhtiyarlar Lemasında ;”Üçüncüsü;Yanımda
devamlı yazıcı bulunmadığından
katibin Risale-i Nur’a ait dört beş vazifesi olmakla düzeltme yapmaya tam vakit bulamadığımızdan yazı düzensiz kaldı.”
Demektedir.
İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörlerinden Zekeriya
Beyaz, Profesör Yaşar Nuri Öztürk ve
daha bir çok din adamınca bu olay dile getirilmiştir.
Evliya Çelebi’nin yukarıdaki Bitlis hakkındaki
anılarıyla tarihçi Edward Lepinski’nin “zamman-zaman” hakkındaki verdiği
bilgiler ışığında Said-I Kürdi’nin özellikle 1926 yılı Şubatında Şeyh Said
isyanıyla ilgili olduğu tespit edildiğinden o zamanın İstiklal Mahkemesi
kararıyla Isparta’nın Barla ilçesine “zorunlu ikâmete” gönderilmesinden sonra “Bediüzzaman” adını alması boşuna
olmasa gerekir.
Edward Lepinski’nin verdiği bilgilere göre “Zaman=bağcı, bağlayan” demek olunca buna “Bedî=Mucize”
kelimesini eklediğimizde “Mucize
bağcı” veya “mucizevi
bağlayan” büyücü anlamına ulaşırız. Herkesin diliyle “Mucize Büyücü” ifadesi tam
yakışmaktadır.
“Rüyalarında Allah’ı, peygamberi gördüğünü,
İslam’da olmayan “vaftizle (suya daldırarak)” ölü dirilttiğini ifade ederek bir
çeşit “yaşayan tanrı olduğunu kanıtlamaya çalışan bu sapığı gene kendi
kitabından gene bir kaç örnekle ,“din uleması” olarak yutturulmaya çalışılan bu
“Yezidi /Sabi” şatanistinin gerçek kimliğini görelim;
Sabilerin ve Yezidilerin bazılarının Tevrat ve
İncil okuduklarını belirtmiştim. Elmalı’lı Hamdi Yazır da Kur’an Tafsirinde
bunları Maide Suresinin “60.” Ayetinin tefsirinde olduğu gibi çok yerde
işlemiştir.
Şimdi “Bediüzzaman” büyücüsünün” Hıristiyan ve
Misyoner düşkünlüğünü görelim;
Said- Kürdi Yahudi ve Hıristiyanların Ortağıdır.
Müslümanların Değil;
“Müslümanlık – Hristiyanlık
ittifakını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nurcular, Hristiyan ruhaniler
ve misyonerler uyanık olmalıdır.” (Kynk=Emirdağ Lahikası I, s.
1712, Tarihçe–i Hayat, s.434’den nakleden Prof. Dr. Yumni Sezen, Dinlerarası
Diyalog İhaneti, Kelam Yayınları)
“Misyonerler ve Hristiyan
ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü herhalde
şimal cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etme
fikriyle İslam ve misyonerlerin ittifakını bozmaya çalışacak.”
(Kaynak-Lem’alar,111,141)
Said-Kürdi Allah’tan görümler görmektedir. Yani
peygamber veya tanrıdır;
“30.Lema;Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, altı
nüktedir.(Nükte, derin anlamlı söz anlamında)
Birinci Nükte;
İsm-i Kudüs’ün bir nüktesine dairdir.
Bu Kudüs nüktesi Otuzuncu sözün zeylinin (ekinin) zeyli olması
münasiptir (uygundur).
Zâriyât Sûresi, 51:48.“Yeri de döşeyip düzenledik. Biz ne güzel
donatıcıyız!” ayetinin bir nüktesi ve bir ism-i azam (Adı büyük olan Allah) veyahut
ismi azamın altı nurundan bir nuru olan Kudüs isminin bir cilvesi (yansıması)
Şaban-ı Şerif (Yezidi Arapların İslam’a geçmiş “Haram aylar” diye bilinen kutsal üç
ayından biri) ahirinde (sonunda) Eskişehir Hapishanesinde bana göründü.
Şöyle ki gördüm;
Bu kainat (evren) ve bu küre-i arz (yer küre)daim (sürekli)
işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han.”
(Kudüs
adı Sümer tanrılarısı Enki/ Ea’nın oğlu Marduk’un oturduğu, Babil’in kâtip
tanrısı Marduk’un oğlu Nabu’nun büyüdüğü “E-zida- Büyük İkamet” adından
türetilmedir. Ea, şeytan’dır ve aynı
zamanda da her şeye geçebilen bir ruhtur. Torunu olan Sin’in kızı İnanna da
Kudüs’te yaşayan Nabetiler, Sabilerce “ Astarte- İştar, El Ruda- El Ruha”
adlarıyla tapınılan “kutsal ruhtur”. İnanna/ Astarte (Bedî) , “övülmüş ve
aşağılanmış olan dişi şeytandır”( Nag
Hamadi papirüsleri Kudüs). Kudüs’e “Ruh-ül Kudüs (Kudüs’ün Ruhu)” adı da bu
inanıştan gelmektedir. İslam’a kadar bu dinlerden geçmiştir. Kudüs’ün
kutsallığı şeytan/ cinlere tapınılan dönemlerde de kutsaldır. Sabilik de
İranlıların Mihr (Güneş), Sümerlerin, Akadların dinlerinden türetilmedir.)
Said-i
Kürdi “Ölü Diriltiyor! ;
Rüyasında da Abdülkadir Ceylani’den vahiyler alıp Kürt Hamidiye
paşası Vali Mustafa’yı öldürmeye de gidiyor.
“…Molla Said’e binmek için verir. (Allah-u a’lem, attan düşüp ölmesini
istemiş.) On altı yaşında bulunan Molla Said, serkeş atı biraz
dolaştırdıktan sonra koşturmayı arzu eder. At, onun verdiği istikametten
çıkarak başka bir istikamete doğru koşar. Var kuvvetiyle durdurmak isterse de
muvaffak olamaz. Nihayet çocukların bulunduğu yere gider.
Cezire* ağalarından birisinin oğlu yol üstündeyken hayvan iki ayağını
kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları
altında çırpınmaya başlar.
Nihayet etraftan imdada ulaşırlar.
|
Vaftizci Yezidi Said |
Çocuğu hareketsiz, ölü suretinde
görünce Molla Said’i öldürmek isterler. Ağanın hizmetçileri
hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine
(Toplu tabanca) el atar ve adamlara hitaben:
“Hakikate bakılırsa, çocuğu Allah öldürmüş. Zâhire bakılırsa, at
öldürmüş. Sebebe bakılırsa,
Kel Mustafa öldürmüş; çünkü bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa
bakayım; ölmüşse sonra muharebe edelim” diyerek attan inerek çocuğu
kucaklar. Çocukta hareket göremeyince
soğuk suyun içine batırıp çıkarır.* Çocuk gülerek gözünü açar…” (Tarihçe-i
Hayatım)
*(Günümüz Mardin Cizre)
Her Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanın bilmesi
gereken şudur; Böyle rüyalar gören,
vahiyler söyleyen, Cifr/Kabala ilmiyle uğraşıp bağlar bağlayanların Yahudi,
Grek Tevratında cezası “yakılarak ölüm”dür.
Kur’anda da buna bir itiraz yoktur ve
büyücülük, bağcılık, muskacılık yasaktır. Hatta bunları görenlerin
bildirdikleri doğru çıksa bile” Der Tevrat.
Ömrü boyunca “1+1=2” yazamamış birisinin bu
kadar karışık “cifr İlmi veya Kabala İlmi ile büyüler yapması da akıl işi
değildir.
Eğer bunları yaptıysa bu adamın Yezidi
Kürtler’in ve Sabilerin dinlerinde olan “Ölen Tanrı Kültü” gereğince “Büyücü
Bediüzzaman’ın bedeninde şeytan Yezdan/Tavus/ El Ruha insanlara görünmüştür!”
Analmı çıkarılabilir. Said-i Kürdi’nin de yukarıda anlatmaya çalıştığı
“mucizeleri” ve “okuryazar” olmamakta direnmesi de “böyle biri olduğunu ispat
etmek içindir”.
Başka hiç bir açıklaması da yoktur.
İstanbul’da Said-i Kürdi’nin İngiltere yanlısı
Volkan Gazetesine makalelerini hazırlayıp veren, yapacağı her işi emreden,
öğreten, bu yüzden Atatürk tarafından “mektupla uyarılan” İngiliz rahip ajanı Mr. Robert Frew, Said’in
kişiliğinde Sabi ve Yezidi inançlarına göre bir “yaşayan tanrı” yaratmıştır. Günümüzde
Fethullahçılık adını alan bu saçma şeytani inanış bütün Müslüman dünyasına
Kabul ettirilmek üzeredir.
Şimdi
“Emperyalist Haçlı dünyasının casusluğunu yapmak” gibi “aşağılık” işlerle uğraşan Kürt Tanrısı Şeytan Said’in Rus Casusluğuna
bakalım;
Deliüzzaman-ı Said-i Kürdi
İstanbul’dan Rus Çarlığı İşgalindeki Gürcistan’a Gider. Rus Polisiyle
Görüşür.Rusların Bitlis’i İşgallerinden Kısa Bir Sür Öncesi 1916
Başlarıdır.Tarih Vermediyse de Olaylardan Bu Sonuç Çıkmaktadır.
Rus Ajanlığına Başlıyor;
Said Hiç Gereği Yokken, İngiliz
Mandacılığını Savunan Volkan Gazetesine Yazı
Yetiştirmek Yerine,Veya Doğruca Van ya da Bitlis’e Gitmek Yerine,
İstanbul’dan Doğruca Gittiği, Sadece Süryanilerin ve Yezidi Kürtlerin
Çoğunlukla Yaşadığı Tiflis Dağlarında, Halktan Birileri Yerine Rus Polisiyle
Görüşür. Burada “Ha Bitlis ha Tiflis” İfadesiyle de Bitlis Yezidi Kürtleri ile
Grek akrabalığının bilincinde olduğunu da öğrenmiş olacağız.
“”…Bundan sonra İstanbul’da fazla
kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken
Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkale etrafı
temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:
“Niye böyle dikkat ediyorsun?”
Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”
O der: “Nerelisin?”
Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”
Rus polisi: “Bu Tiflis’dir!”
Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis,
birbirinin kardeşidir.”
Rus polisi: “Ne demek?”
(Said’in Rus ajanı olduğunu yıllar sonra şoförü açıklamıştır.)
(Kaynak-Tarihçe-i Hayat 87/918)
(Said-i Kürdi hakkındaki “tırnak içindeki” alıntı yazılar, onun
takipçilerinin kurduğu internet sitesinden “imla hatalarıyla” birlikte
kopyalanmıştır.)
Bu olay Bitlis’i kurduran Büyük İskender’in hazinedarı Bitlis’e kurdurduğu
“iki şehir” den birisi olan Tiflis’te bu
işbirliğinin kurulmasında gene bir “Simya/ büyücülük” izi görünmektedir.
Evliya Çelebi zamanındaki Bitlis Hanı Abdal Han’ın “simya” ilmine
düşkünlüğü, Molla Mehmet’in sihir/ büyü örneklerine baktığımızda Bitlis’li
Said-i Kürdi’nin “ öğretmenlerinden birisinin de adının “Molla Mehmet” olduğunu
hatırlayalım ki, Abdal Han’dan Said’e
Yezidi Kürt Miliiyetçiliğinin akamadan sürdüğünü daha kolay anlayalım. Ve Said’i
Bediüzzaman’ın (Mucizeyle Bağlayan, Büyüleyen’in) simyacılığı, kimyacılığı
(Kimya Simya’dan türetilmedir) ve “Bediüzzaman” ’lığına baktığımızda bölgenin
“Müslümanmış gibi yapan Sabi/ Yezidi” inancına sahip olduğunu görüyoruz.
Kürdistan isteyenlerin ırkçılığı dışlayan Komünist ve Müslüman değil Şeytana tapınanYezidi Kürtler olduklarının ispatıdır bu bayraklar! (Linkler canlıdır.)
|
|
Büyük İskender’in annesinin Zeus’un hallerinden birisi ya da Zeus’un
düşmanı olan siyah piton yılanı Tiphon (Tayfun-şeytan) olduğuna inanılan, odasına
giren siyah bir “piton yılanından” hamileliği sonrası doğduğu iddiasına bütün
tarihçiler katılmaktadır. Son yıllarda çekilen filmlerinde de bu konu genişçe
anlatıldı.
Eski Grek dininin tanrıları Sabilik/Mihri dini kaynaklı “ölen yılan tanrı
kültüne” aittir.
Doğu Anadolu’ya İskender zamanı (M.Ö.333-50), (M.S. 740,850, 950)
yıllarında Bizanslıların Grekleri yerleştirdiklerine, Sabi, Yezidi, Mecusi,
Yahudi, Hıristiyan, İslam inanç kökenlerin baktığımızda, Harran’dan Bağdat,
Kuveyt, Bahreyn, Katar, Dakar, Umman, Yemen, Necd ve Hicaz Araplarının da
İskender zamanında “Grekleştirildiklerini” hesap ettiğimizde Said-i Kürdi’nin
bu bağları hiç de tuhaf değildir.
|
İslam diye sapık Yezidi gelenekleri "yasalarla" dayatılıyor! |
Said-i Kürdi Bediüzzaman’ın (Mucize bağcı/büyücünün), Tiflis- Bitlis
bağlantısı, “iki şehrin kardeşliğini anması, onun Grek-Yahudi kökenlerine ve
eski dinleri içlerinde yaşattıklarına vurgu yapmaktadır. Buradan yola
çıktığımızda onun neden “Hıristiyanları ve misyonerleri” kıymetli bulduğunu,
Kürt, Ermeni, Yunan, Vatikan, Fener Patrikhanesi bağlarına neden düşkün
olduklarını kavrayabiliriz.
İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya’ya yerleşmiş Mason sermayesinin ürünü
olan “Etnik Milliyetçilik” ile 19. Yy. da ve 20. Yy. başlarında bütün feodal
imparatorluklar yıkılmıştır. Bunu, feodal imparatorluklar üzerinde kurulan yeni
devlet yapılanmalarında “çoğunluk ırkın hakimiyeti’ne” dayalı “ulusalcı devlet
düzeni” takip etti.
Rus Çarlığı topraklarında kurulması teşvik edilen “oligarşik demokratik
düzen” yani “sahte Sosyalizm” ile, Şamanlar, henüz Budist, Hıristiyan ve
Müslüman olmamış kavimler Hıristiyanlaştırıldı, Müslümanlar dinsizleştirildi.
1992’de bu rejimin yıkılmasıyla geleneklerinden koparılmış kavimler yeni dünya
düzeninin dinine açık hale getirildiler.
|
Asırlardır süren "azınlık ihanetleri" 12 Eylül 1980 darbesi ile zirve yaptı. |
21. yüzyıl düzeni olarak, Mason küresel sermayenin “Yezidi/ Sabi/ Mason
İslam Bizans’ını” yeniden kurmaya olan uygulamalarına tanık olmaktan başka
yapacak başka şey yok mudur?
Halklar, geçmiş değerlerine, özgürlüklerine sahip dayatmalara karşı çıkmayacaklar mıdır?
Alaeddin Yavuz
keykubat /adilyargic/ adilyargicc
Bir ay sonra Yezidiler savaş tamtamlarını çaldılar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.