"Türkiye Türklerindir +40" Bloguna Hoş geldiniz!!!

Ey Türk Milleti!
Birinci vazifen seni İslamcılık ve Türkçülükle benliğinden koparan, Araplaştıran din, devlet, ticarette sana yer vermeyen, seni küçük dereceli askeri görevlere vererek ölüme süren, sana hocalık, başbuğluk eden hainlere giydirdiğin tacı geri almaktır. Bunu yapabilmen için seni uyandıracak her türlü bilgi ve belge mevcuttur. Ya özgürlüğünü kazan ya da öl. Kölelikle atalarının kemiklerini sızlatma. Arap Rumların ırkçı kinci ensest sapık dinlerinden çık. Kurtuluşun başlangıcı burasıdır. Aklen kurtulmadıkça saltanatın da olsa kölesindir unutma. Sen özgür birey olmadıkça kardeşliğin önemi yoktur. Devletin her yüksek kademesine göz dik yerini al. Tırsma. Çabala, savaş ve kazan! Birlikte yaşadığın kavimlerle kardeşlik o zaman daha güzel olacaktır. Alaeddin Yavuz

Tarih boyunca atalarımız günümüzdeki kadar, her türlü bilgiye ulaşabilecek böyle bir çağ yaşamadılar.
Bizler tümünden şanslıyız. Buna dayanarak, blog içerikleri binlerce yıldır doğru bilinenleri sorgulamaktadır.
İster bu bloğda, ister okulda, camide veya başka yerde hiçbir yazılanı, öğretileni “sorgulamadan, araştırmadan” doğru kabul etmeyiniz!
Vatan-Millet davası,hiçbir kurum veya kuruluşa havale edilemez, milletçe sahiplenilmedikçe hiç bir dava milli değildir.
Davasına sahip çıkmayan halk da millet değil sürüdür. Adilyargıç/Keykubat.

Blog yazılarının telif hakları-copyright © “adilyargic; adilyargicc; keykubat.blogspot.com ve keykubat.blogcu.com” rumuzlarıyla yazan Alaeddin Yavuz’a aittir.
Hala okumak istiyorsanız buyurunuz.

Saygılar, sevgiler!

Hakkımda

Fotoğrafım
Balıkesir , Bandırma , Türkiye
KENDİLERİ İÇİN PLAN YAPMAYAN MİLLETLER, BAŞKALARININ KENDİLERİ İÇİN YAPTIKLARI PLANLARA RAZI OLURLAR.Keykubat- ATATÜRK'TEN SONRA ÜLKEMİZDEN TÜRK ve MÜSLÜMAN HALKLAR İÇİN PLAN YAPAN ve EZİLEN HALKLARA ÖNDER OLACAK SİYASET İZLEYEN BİR LİDER ÇIKMAMIŞ, ARDILLARI,ONUN İZLEDİĞİ ANTİ EMPERYALİST SİYASETİ TERK ETMİŞ,DEVLETİ AB-D KUCAĞINA ATMIŞ VE ONLARA BAĞLILIĞI ATATÜRKÇÜLÜK SAYMIŞ,HALKIMIZIN DİNİ VE IRKİ DEĞERLERİNİ AŞAĞILAYARAK TAHRİK ETMİŞ, KADEMELİ OLARAK HALKIMIZI HIRİSTİYANLAŞTIRMAK İÇİN DIŞ GÜÇLERCE GİZLİ-AÇIK DESTEKLENEN SAPIK DİNCİ YAPILANMALARI GÜÇLENDİREREK,İKTİDARA TAŞIMIŞ,IRK,MEZHEP BAĞLAMINDA KARŞILIKLI DÜŞMANLIKLAR YARATMIŞ, ÜLKENİN KAYNAK VE SERMAYESİNİ YABANCILARA PEŞKEŞ ÇEKMİŞ,YUKARIDA SAYILAN AB-D PROJELERİNE GÖRE ASKERİ DARBELERLE KENDİ MİLLETİNİ SİNDİREREK BÖLÜNMENİN YAŞANDIĞI BÖYLE GÜNLERDE BİLE TEPKİSİZ KALMASINI SAĞLAYAN KORKU ORTAMINI HAZIRLAMIŞ,BENZER MUHTELİF İHANETLER İÇİNDE BİR ŞEKİLDE YER ALMIŞLARDIR.İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ GÜNÜN DURUMU BUDUR-Keykubat İNSAN,PRANGA VURULMAKLA,KIRBAÇLANARAK ÇALIŞTIRILMAKLA ESİR OLUR.ESİRLİĞİ YAŞAM BİÇİMİ OLARAK BENİMSERSE KÖLE OLUR. VATANINIZA,DEĞERLERİNİZE,ÖZGÜRLÜĞÜNÜZE SAHİP,HER TÜRLÜ EMPERYALİZME KARŞI ÇIKIN!!! Keykubat

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Translate

Bu Blogda Ara

Yezidi Ara-Kürt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yezidi Ara-Kürt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2012 Cumartesi

ABDAL HANDAN BEDİÜZZAMANA YEZİDİ KÜRTÇÜLÜK


SABİ, YEZİDİ BİTLİS ve  BÜYÜCÜ BEDİÜZZAMAN

Bu gün bizler Bitlis ilimizi “Müslüman” biliriz. Oysa çok değil “350” üç yüz elli yıl öncesine baktığımızda Bitlis’in içinde Şafi Müslümanlar olduğunu ancak Bitlis Hanının Yezidi sihir, büyü ustası bir Kürt olduğun Bitlis’te çoğunluğun da Yezidi Kürdi, Sabi, Çileci Hint, Hıristiyan Rum ve Arap dervişleri ile dolu olduğunu görüyoruz.
Bunları bize gösteren ise Bitlis Hanının ikramları yüzünden onu göklere çıkaran ama eline esir düştüğünde canını zor kurtarmasına rağmen gene de metheden Evliya Çelebi’dir.
Komşusu Siirt’in ise Sabiyye / Sabi Arami (Süryani) Arap ve Hıristiyan Araplar olduklarına tanık oluyoruz.
İnsan sormadan edemiyor;

-Günümüzden üç yüz elli yıl öncesine kadar Yezidi Kürt, Sabi Arap, Arami, Ermeni olan bu bölge halkı ne zaman Müslüman oldu da Said-i Kürdi gibi bir Yezidi Ermeni nasıl yetişti de bu milletin başına son yüzyılda bela edilerek Türk ve Müslüman milletlerin Haçlı devletlerine “gönüllü teslim olmalarına” aracılık etti diye?
Bu yazıda Bitlis’in Yezidi olduğunu, Said- Kürdi’nin “Bediüzzaman” olan adının M.Ö. 2.000’lere uzanan kökenlerini Arami kökenlerini okuyacağız.

Önce Evliya Çelebi’nin kaleminden Bitlis tarihine bakarak bölge halkının Grekleştirilmesinin (Yunan) ve Kürt- Ermeni Grek soylarının karıştığını gösteren bilgilere bakalım. Sonra da Said-i Kürdi Bediüzzaman-ı Deliüzzaman’ın bu Grek-Yezidi Kürt kardeşliğini bildiğine tanık olalım.

Evliya Çelebi’nin (1611-?) seyahatnamesinde, Melek Ahmet paşa ve askerleri ile birlikte yaptığı doğu Anadolu ziyaretleri, “Seyahatname” kitabının dördüncü cildinde 478 ile 512 sayfaları arasında yer almaktadır.
Evliya, Şerefname’den alıntı yaparak Bitlis şehri adını Grek imparatoru Büyük İskender’in hazinedarı olan Bitlis yaptırdığından adını ondan almıştır. (M. Ö. 333-350) Gürcistan’daki Tiflis şehir de adını ondan almıştır. Tiflis’in içinden geçen Küre nehrinin sağındaki ve solundaki tepeler üzerindeki parçalarının da adları Tiflis ve Bitlis’tir.

Evliya Çelebi’nin ziyaretinde Bitlis hâkimi Abdal Han’a bağlı “70” aşiret/kabile vardır. En seçkini Mudiki beyi Ali Bey’dir. Nüfusu Rozikilerden olup “40.000” Kırk bin’dir. Diğer Kürtler gibi, yiğit, bahadır değillerdir. Elleri ve sakalları kınalı, gözleri sürmeli, temiz hüner sahibi, hoş sohbet kimselerdir.  Han’ın kaydına göre Bitlis Eyaletinde “43.000” Kırk üç bin Yakubi (Yahudi) yaşamaktadır. Şehirde Bitlis eyaletinde 110 camii vardır. Sultan Şerefüddin Camii en çok cemaat toplayan camidir. Yetmiş “70” adet mektep, Sultan Şeref, Gök Meydan, Versengi Hacıbey ve Huteybe olmak üzere dört medrese vardır. Halkın yaşam süresi  “70” yetmiş ile “100” yüz yıldır.

Evliya’ya göre, Bitlis Hâkimi Abdal Han, felsefe, kimya ve simya (büyü) bilimlerini çok iyi bilir. Seksen yaşında afyonkeş (esrarkeş), zayıflıktan lades kemiğine dönmüş birisini ilaç verip hamama sokmuş öyle bir iş eylemiştir ki adam yeniden canlanıp üç günde taptaze, kırmızı elma gibi yanaklı birisi olmuştur. Attan düşen, damdan tekerlenen, uçan kimseleri sarıp sarmalayıp yedi günde ayağa kaldırır (Büyücülük). Diyerek övmektedir.

Giyim, kürklü han kölesi çoktur. Şirvan, Maden yakınlarında Şayakı, renkli çuhadan Serhaddi ve kantuş giyerler. Fakirleri Bogasi giyerler.
19. ve 20.yy. Bitlis-Harput Kürt isyancılarının giyimleri
Kadınları çarşı pazarda gezmedikleri ve dışarı çıkmadıkları için kadınlarını bilmiyoruz.  Rabia Adviye derecesinde temiz ahlaklı, dindar, güzel hatunları pek örtülüdürler. Bazı arkadaşlarımızdan işittiğimize göre, kadınları beyaz çarşafa bürünüp (Sabi ve Hint Cin dini kadınlarının kıyafeti) yüzlerinde Bürka (Burka) başlarında altın ve gümüş takke bulunurmuş Elbiseleri de hep ipekten (İslam’da haramdır) imiş.




Bitlis, Siirt, Hakkari, Mardin, Kuzey Irak
Yezidi Kürt, Arap kadın giyimi

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini okuduğunuzda, kendisine ilgi ve itibar gösterenlerin kusuruna bakmayan bir kişiliği olduğunu görürsünüz. Aslında dini bilgisi oldukça yerinde olan Evliya Çelebi’nin bölge kadınlarının giyimlerindeki “örtünme” şeklinin İslami değil Yezidi, Sabi örtünme şekli olduğunu çok iyi bildiği halde bundan bahsetmemesini Bitlis Hanı Abdal Han’ın cömertliğine, ikramlarına bağlıyorum. Aşağıda anlatacağı büyü, sihir olayları Tevrat, İncil ve Kur’an’da yasaklanmıştır, büyücü Molla Mehmet bile “kendisinin bağlanabileceğini” dile getirdiği halde Melek Ahmet paşa ve Evliya Çelebi’nin “ikram bolluğu” yüzünden bölgede Sabi (her dine dönen demektir.) ve Mecüsi dinini görmezden gelmeleri tuhaftır ve dine de aykırıdır. Evliya Çelebi’nin Anadolu’nun her yerinde, Irak, Suriye, Arabistan ve Mısır’da bir çok sihir/ büyülerine tanık olur ve bunları anlatır. Bu örnekler de Osmanlı’da “İslam’ın değil de “İslam-î görünümlü Sabilik, Mecusilik, Zerdüştlük” inanışlarının yaşandığına delildir.
Bitlis Ermeni kadınlarının giyimleri 19.yy.


Bölgenin Dini Geçmişi;
Bitlis Kalesi
Büyük İskender (M.Ö.333-300) öncesi ve sonrası dönemlerde bölge halkının dinleri Sümer, Babil, Med (İran), Hint ve Mısır kaynaklı dinlerdir. Tümünün esasında, tanrı olarak taptıkları her şekle girebilen dev ve cüce Cinlere ibadet kültü yatar. Bütün bu cinlerin /şeytanların hepsi göklerdeki yıldızlardan gelmiş ve onların atalarını yaşatmış, iyi-kötü cinlerdir. Akad kökenli bir halk olduğu kabul gören Aramilerin dinleri olan Sabilik ve bunun farklı mezhepleri Yahudilik, Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Yezidilik-Mecusilik ve İslamiyet’e kaynak olmuştur. Ezan, iki- üç- beş- yedi vakit Namaz, Tespih, “30” gün oruç, Hac, tavaf, vaftiz, çilekeşlik gibi dini ibadetler ve uygulamaların kökeni Sabilik dinidir. Baş tanrıları arasında ay tanrısı Sin, Hadad, Er Ramman, Ruda, El Ruha” vardır ve cennetten kovulan Ruda veya Ruha’dan türediklerine inanırlar. Sabi ilahi metinlerinde El Ruha’nın babasının “Allah” olduğu geçmektedir. Sabilerde “La ilâhe illallah” (Allahtan başka Allah yoktur” ilkesi İslam’dan bin beş yüz- kik bin yıl öncesine uzanır.  

Özellikle, Türkiye’de Diyarbakır, Bitlis, Siirt, Hakkâri, Mardin ve Urfa (Osmanlı’da bile adı El Ruha’dır) bölgelerinde yoğundurlar.
Ay’ın erkek Güneşin dişi tanrı-çalar olduğuna ve Merkür, Venüs, Dünya, Ay, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün güneşten doğduklarına inanırlar. Bu gök cisimlerinin tanrı ve tanrıçaların “bedenleri”  olduğuna inanırlar. Gezegenlerin güneş etrafındaki yörüngelerine istinaden “çember/daire“ Sabi ve Yezidilerde kutsaldır.
Kadınlarının örtünmeleri, çarşaf-peçe ve burka gibi kıyafetlerdir. Erkekleri sarık, cübbe, şalvar giyerler. Hindistan’daki Cin dini inananları gibi “dikişsiz elbise giyerler. 

Bazıları Tevrat ve İncil okur. Urfa’nın Harran ilçesinde yaygın büyücülük, sihir eğitimi veren üniversitelerini dört bin yıl kadar önce kurmuşlardır.  Etiyopya ve Tomas İncillerine dayalı Ermeni ve Süryani Hıristiyanlığı da İsa’yı “insan” kabul ettiklerinden İslam’a çok benzer. Bölge Hıristiyanlarını, Sabi ve Yezidileri Müslümandan ayırt etmek kolay değildir. Grek İncil’ini kabul eden Vatikan ve İstanbul Patrikhaneleri bunları “şeytani, kâfir” ilan etmiştir. Özellikle Sabi mezhepleri ile Tevrat öğretisini karıştırmış eski Yahudi kabileleri de bölgede yaşamaktadırlar. Kendi kimliklerini gizli tutarlar ve bölgeye hangi din hâkimse “ondan görünerek” tâkıyye (gizlenme) yaparlar.

Tarih Boyunca Bölge Halkları;

Tarih boyunca bölge halkları, Akad kökenli Aramiler, Asurlular, Hurriler, Azziler, Medler, Hititliler, Farslar, Grekler (Yunanlılar), Türkler, Gürcüler, Çerkezler, Ermeniler olmuşlardır. M.S. VII. ve VIII. yüzyıllarda Emevi ve Abbasi İslam imparatorlukları idaresine giren bölge halkı baskılarla Müslümanlaştırıldıysalar da Emevilerin çöküşleri olan 740’lı, Abbasileri çöküşleri olan 850’li yıllarda Bizans İmparatorluğu saldırılarına maruz kalmış ve bölgede Müslüman kimse kalmayacak şekilde soykırımlar gerçekleştirilip, Grek kökenli Hıristiyanlar yerleştirilmiştir. Yüz yıl kadar sonra Selçuklular idaresine giren bölge halkının demografik yapısı gelen Müslüman Türk, Fars, Arap ve Kürtlerle değişmiştir. XIII. Yüzyıl başlarında gelen Cengiz Han akınları, XV. Yüzyıl başında Timur akınlarıyla bölgenin nüfus yapısı Türk, Moğol ve beraberlerinde gelen kavimler lehine değişmiştir.
Yezidi Kürt kıyafeti

XVI. yüzyıl başlarında I.Selim döneminde Osmanlı idaresine giren bölgedeki Türkmenler Sünni mezhebine girmedikleri için kâfir ilân edilip İran’a sürüldüklerinde yerlerine Afganistan Himalaya yaylalarından Kürt aşiretleri getirilerek yerleştirilmişlerdir. İran’a göçe zorlanan Türkmenlerden bir kısmı “Kürt olduk” diyerek bölgede yaşamaya başlayıp zaman içinde Kürtleşmişlerdir.

Evliya Çelebi’nin Bitlis Anıları;

Kefender Kalesinden ayrıldıktan sonra Evliya anlatmaya başlar;
“Oradan yine paşa efendimizle kalkıp doğuya doğru sarp ve taşlık içindeki Bitlis nehri kenarınca gittik. Zeriki dağı taraflarında Çemende bayırı denilen yerde büyük bir dere içinden Bitlis nehri baş aşağı akıp Keyfa kalesi altında Şatt nehrine karışır.
O sarp yerde Bitlis Han’ı Abdal Han’ın askeri göründü. Baktık ki Abdal han atından inmiş, koşarak paşaya geliyor. Eteğini öpeceği esnada paşa atından indi, birbirleriyle kucaklaşıp öpüştüler. Hayli sohbet ettikten sonra Han dedi ki;
Bitlis Kale

-Sultanım, hemen ata binip ileride kahvaltı edesiniz!
Paşa yine atına binmiş sekizer, kat mehterhanesini döğerek gidiyordu. Baktık ki çimenlik bir dere. İçindeki Acem (İranlı/Farsi), Türkmen ve Kürt tarzında obalar, Osmanlı gölgelikleri ve çadırlar ile sanki lâle bahçesine dönmüş. Paşa bu iç açıcı yere varıp çadırında kaldı. Bir anda tamamen altın ve gümüş tepsiler, fağfuri (Çini), balgami () ve mertebani (Dereceli ) kâseler ile bir sofra kurulmuştu. Melek Ahmet paşa efendimizin üç bin askerine üç bin nevgerine ve karşılamaya gelen şehir ayanına etrafta olan Kürtlerin ileri gelenlerine yettikten başka, çimen üzerine binlerce sahan çeşitli yemekler dökülmüştü.

Oradan hareket edilirken Han hemen paşanın huzurunda yer öptü. On iki adamı yetmiş adet hana bağlı işret (aşiret) beyleri de saygı gösterisinde bulunup yere kapandılar. Han dedi ki;

-Efendim, bu istirahat ettiğiniz yedi aded otağ ve çadırlar sultanımın sefa etmesi içindir. Kabul buyurun. Huzurunuza gelen elli aded gümüş sahanlar ve yüz aded fağfuri mertebaniler ile bütün yemek kabları sultanımındır. Dört Çerkez, dört Gürcü ve dört Abaza köleler dahi sultanımın köleleridir.
Sonra el öptü. Paşa da kemerinden Sultan Murad Han hançerlerinden sivri uçlu ve keskin bir hançer çıkarıp hediye etti. Kendi eliyle Han’ın beline bağladı. Bir samur (Samur kürk) Han’a üç kürk de çocuklarına, yetmiş aded kuşaklık altın yaldızlara bulanmış hilatları Han’ın adamlarına giydirdi. Sonra atına binerek mehterhânesini çaldırıp yola çıktı.
Sabiyye/ Sabi Din adamları

O dere ve tepeler üzerinden Bitlis şehrine diye giderken Hanın büyün adamları bir adamın başına üşüşmüş gülüşerek, şakalar ederek gidiyorlardı.
Ben;
-Acaba bu hay-huy, anlamsız şakaların ve gülünçlüğün sebebi ne ola? Diyerek ileri vardım.

Garip kıyafetli, çirkin görünüşlü bir Kürt’ün başında kuş yuvası olacak kadar uzun bir sarık vardı. Ancak meşale topu olmaya layık sarı, kırmızı, beyaz, yeşil karışımı bir de sakal vardı ki tâ kemerine inmişti.
Zayıf bir ata binmişti, eline iri bir yılan almış altındaki fakir ata o fukaraya yılan ile kamçı gibi vuruyordu. Fakat beygirin adım atacak hali kalmamıştı. Ağzının salyaları çeşme gibi akıyordu, gözünde ise asla fer kalmamıştı. Dört ayağı sanki nane çöpü gibi (çok ince) olmuş, bütün kemikleri teker teker sayılıyor, sağa sola yalpalayarak sersem gibi yürüyordu. Elmacık kemiklerine ikişer torba asmış, o fakir at ise ahrete ayak basmıştı sanki. Yine böyle iken o fakir atı kamçılıyor, kâh inip kâh biniyor, bu çirkin herif sanki hayvanla oyun oynuyordu. Bütün halk ta bunun için gülüşüyordu.

Hanın Kurban Ali adındaki kölesi herife bir altın verip;
-Canım molla Mehmed, küheylana bir kamçıcık eyle! Dedi.
Ben;
-Hey aşık, bre ol kamçıyı vurup koşturursa o son koşusu ahrette olacak! Dedim.
Hemen yılandan kamçı ile o zayıf hayvana vurdu, dizgin düşürüp o sarp kayalara çıkıp Han ile paşanın yanından yıldırım gibi o at ile öyle bir geçti ki bütün paşalar hayrette kaldılar. Hanın askerleri ise gülüştüler. Yine öte baştan geriye doludizgin kayadan kayaya atını çökerterek şimşek gibi gelerek Hanın askerleri arasına girdi. Hemen herifin yanına vardım atı soluyor mu diye? Atının yüzüne gözüne baktım. Ne gözünde nur var ne solur ne durur. Böyle bir alamet yok.
Sabi kadınları Fırat civarı

-Sübhanallah, bu ne sırdır? Derken herif bana gülerek;
-Ne çok bakmışsın satın mı alırsın? Bu at benim büyük dedelerimden kalmıştır. Paşan dahi istese bunu vermem. Dünya halkı buna paha yetiştiremez!
Diye bir takım sözler söyledi. Hanın çaşnigirbaşısı (Yemek tadımcısı) Mustafa dedi ki;
-Evliye Çelebi, sen bu zayıf atı ne sanırsın? Bu Hanın külhanında (çok büyük ısıtma amaçlı mangal) bir tomruk kütük parçası idi. Han bu mollaya alaya binmek için bir at vermediği gibi;

-Melek Ahmet paşa alayına karşı benim alayımı küçültürsün, alaya gitme! Diye tembih etmişti. Hemen bu molla gidip külhanda bu tomruğa bir efsun etti, bu şekilde zayıf bir at oldu. İşte ona binerek burada böyle marifetlerle gösterişte bulundu. Ama Han pek gücendi. Zira sizin paşa bu atın bu şekilde meydana geldiğini öğrenirse;

-Hanın simyacıları ve kimyacıları varmış! Der.
-Bu cihetle Han sonunu düşünerek endişelenip çok üzüldü!
Bu hali öğrenince aklım başımdan gitti ve;
-Bre çaşnigirbaşı, Hazreti peygamberi seversen sen ne dersin? Dedim.

Çaşnigirbaşı;
-Hazreti sultanın temiz ruhu için böyledir. O molla, yârandan ve zevk sahibi kimsedir. Kâh bir sütun parçasına, kâh tekneye, kâh küpe, kâh posta, kâh böyle bir ağaç parçasına binip bir efsun eder. O an binip ne tarafa giderse gider. Kedi, koyun, köpek ve diğer canlı her şeye binse Hazreti Ali’nin düldülü gibi oynattırıp cirit oynatır! Diye yemin etti.
Güzel Sabi bir hanım.
Sulanmayın Müslümanlara kız vermezler.

-Ben buna inanmam. Mutlaka bu sırrı öğrenmem lâzım gerek ! Diyerek Çaşnigirbaşına rica ettim.
-N’ola, düş yanıma! (Haydi gidelim!)
Deyip molla Mehmed’in peşinden Hanın bağına vardık. Hemen molla o at ile bağın arka kapısında içeri girdi. Kimsenin görmediğini sanarak külhana doğru gidince yaya olarak üç adamımla kendisini takip ettim. Attan inip elindeki yılanı çakşırı içine koydu ve çömelerek yere oturdu. Yine çakşırından bir uçkur çıkarıp zayıf atın boğazına bağladı ve bir nara attı. Orası hemen karanlık oldu. Benim gözlerim karardı ve bir baktım ki külhan içinde dallı budaklı bir kütük meydana gelmemiş mi? Drhal çaşnigirbaşı dedi ki;
-Ey molla, rüzgâr gibi süratli atı külhana bağladın!

O da;
-Han dedikleri pis bana bir at vermedi. Ben de böyle yaptım. Vallahi billahi saray Frasi Bağdo’ya binsem gerek idi. Amma Osmanlı alayı geldi, beni bağlarla diye tomruğa binmişim!
Diye cevap vererek olanları inkâr etmedi. Sonra;
-Bunlar kimdir? Diye bizi sordu. Bizimle henüz tanışmamıştı zira! Çaşnigir;
-Allah kelâmının hafızı ve paşanın nedimi olup yanında bulunur! Dedi. Bunun üzerine son derece sevinç duyup bizimle dost oldu…”

Evliya Çelebi Molla Mehmet’in başka göz bağcılıkları konusunda başka tanıklıklarını da anlatır. Bunlardan birisi, Bitlis kalesinin kapılarını kapatıp, işeyerek bütün kaleyi sidikle doldurur, herkes anadan üryan soyunup boğulmamak için yüzmeye ve bir yerlere tutunmaya başlarlar. Uzun süren bu hikâyenin sonunda iki tası birbirine vurarak sihri bozduğunda kalenin bir yerinde bir damla ıslaklık bulunmadığına ve soyunup çıplak kalanların da alay edilerek aşağılandıklarına tanık olduğunu anlatır.

Bir başka sihir tanıklığında da çuvaldan çıkardığı bir yılanın kalenin ortasına giderek devleştiğini ve gözlerinden çıkardığı ateşlerle insanları korkuttuğunu, sonunda Molla Mehmet’in bu yılana binerek hızla şehri terk ettiğini anlatır.  Bu gösterilerine başlarken ortaya koyduğu bir çuval vardır. Çuvalı bıraktıktan sonra tamamen soyunur ve Melek Ahmet Paşa önüne gelerek, “Huzurunuzda soyunmam edep dışıdır ama bakınız ki bende uzuv yoktur der. Baktıklarında tenasül uzuvlarının olmadığı gibi dışkı deliğinin bile olmadığını görürler. Bitlis’te buna benzer daha fazla sihir olayı tanıklıkları da kitapta vardır.
Irak'lı Sabi bir gelin.

Yılanın sırtında meydanı terk edip dağlara gittiğinde bıraktığı çuvalı açarlar ve çuvalın içinde;
Koyun, deve yününden alaca ince ipler, kendir tohumları, içinde çeşitli ilaçlar bulunan kutular, karaçalı dikenleri, kâfur, balmumu, karagünlük, öd, amber, zift, katran, pelyan, zakkum, mum, eski bezler, alaca bezler, Keşan kadifesi, Şam kutnısı parçaları, hokkalar içinde yağlar, macunlar, tatlılar, kavun, karpuz, hıyar, kabak çekirdekleri, çeşitli tohumlar, kumkumalar içinde rakı, sirke, şarap, neft, tüyleri tuzlanmış koyun, keçi başları, ayakları, sandoloz, bir aslan başı, sayısız yılan, sakankur, kertenkele, akrep ve çiyan ölüleri, birer tane olmak üzere eşek, at, katır, deve, domuz ayakları, dişleri, hokkalar içinde canlı kara sümüklü böcekleri, Van gölünde yetişen çeşitli böcekler, kurumuş adam kafatası, kaplan, aslan, pars kafatasları, çeşitli hayvan derileri, samur, zerduva, kakum ve vaşak derisine varıncaya kadar çeşitli postlar vardı. Ama hiç birisi beş para etmezdi. Çuvalda bulunan ilaçlar eczacı dükkanlarında bulunmazdı.

 Ahmet paşanın; “Bu kadar anlamsız şeyleri, rakısı, şarabı, sirkesi… var! Demesi üzerine Abdal Han;
Sultanım, Billah üç yıldır bizdedir. Ömründe şarap, tütün, kahve içtiği yoktur. Gece ibadette, gündüz oruçludur. Devamlı olarak Davud orucu tutar. Ömründe bıçak ile kesilmiş, kanı akmış, canı çıkmış canlı eti yememiştir. (İslam’ın şartlarının tam tersini yapıyor)
Bir vakit namazını kazaya bırakmaz. Ancak Mağrib diyarında (Fas) Merankuş şehrinde bu simya ilmini öğrenip sultanıma göstermek için benim isteğimle biraz marifet göstermiştir. Yoksa bu uyku hayaldir, halka bir zarar vermez.

Paşa;
-Ya bu hayvan derileri ve canlı hayvanları hapsedip neyler?
Han;
-Evet, sultanım, zor bir soru sordunuz! Onun işlediği bütün işler ve simyanın aslı yine Cenab-ı Hakkın kudreti ile yaratılmış olan eşya ve varlıklardır ve görmüş olduğunuz marifetleri göstermek için araçtır. Mesela, vücuduna hokkasından bir yağ sürüp efsun etti, tenasül uzuvlarını yok olarak gösterdi. Kırağı ve çiy yağı sürüp kendisini havda gösterdi, kumkuma ve ibrik ile halkın üzerine su döküp işediğini sanmamızı sağladı, yere efsunlu suyu döktüğünde halk kendisini boğuluyor gibi gördü, bağrışarak kaçışmaya, soyunmaya, yüzerek kurtulmaya çalıştılar. Çuvaldan çıkardığı yılanı efsunlayarak ejderha şeklinde gösterdi. Sultanımın korkusundan kaçarken çuvalı burada bıraktı. Çuvalın içinde ne kadar hayvan postları varsa onların hepsini canlı olarak gösterir ki, Allah’ın ezeli kudretidir. Onun içindir ki çuvalındaki her bir parçayı canı gibi saklar! Diyerek molla Mehmet’i övdü.
Sabilerin Fırat'ta vaftiz  (Suya batırma) ayinleri

Paşa;
- Şu sihirbazın çuvalını kaldırın ben parende atan pehlivanlardan hoşlandım!
Demesi üzerine pehlivan gösterileri başlar. Pehlivanlar da akrobat, canbaz, ve biraz da simyacılık marifetlerine sahiptirler. Bunu Abdal Han’ın Melek paşaya pehlivanlarını tanıtırken kurduğu cümleden öğreniyoruz;
-“Hizmetinizde birkaç usta pehlivanımız var. Murad-ı şerifiniz olursa meydana bakar yüksek köşke teşrif buyurup seyreder misiniz? Bunların her biri simya ilminde, tayy-ı mekan ilminde (mekan değiştirme) ve pehlivanlıkta pek değerlidirler!”
Han, Elçi huzuruna çıkarken andıkları kutsal kişilikler arasında Grek kökenli filozofların da adları geçmektedir. Bitlis Hanı Abdal Han’ın izniyle Melek Ahmet paşa önünde hünerlerini sergilemeye çıkan Acem bir pehlivan, siyah derili kıspeti ile huzura geldiğinde şöyle dua ederken önce peygamber Muhammedi, dört halifeyi, on iki imamı, Osmanlı padişahını ve Melek Ahmet paşayı, Abdal Hanı ve çocuklarını saydıktan sonra yere yüz sürüp;

-“Destur ey Eflatun tedbirli vezir!” Diyerek Melek Ahmet paşadan gösterisi için izin ister. Cambazlık hareketlerini yaparken de “Ya Hay!, Ya Allah!”  şeklinde nara atar. Eflatun gene Grek filozofudur.
Yukarıda adı ilginç olayları anlatılan Molla Mehmet işlerine başlarken izin almak için;
-“Hayyealessala. Han ocağı daim ola. Melek Ahmet paşa kaim ola. Fisagor, Ebu  Ali Sinave biraderi Ebul Haris’in ruhu şad ola!” İfadelerini kullanır ve Grek bilgini Pisagorun adını anmaları Grek Kültüne de sahip olduklarını kendilerini Yunan/Rum saydıklarını, "Hay" diyerek de Sabi ve Ermeni İncillerinde geçen Allah'a inandıklarını göstermektedir.
Sabi bayramında Fırat'ta vaftiz ayini

Bu kadar “sıcak” bir ortam aslında düşünüldüğünde karşılıklı bir meydan okumadır. Abdal Han’ın sihirbazlarının marifetlerinin savaş zamanında ne şekil alabileceğini, kuvvetli cesur pehlivanlarının ağızları açık bırakan marifetlerini de hesaplamak gerekir. 

Bu aslında bir çeşit meydan okumadır ve Melek Ahmet paşa da bunu böyle anlamıştır ve Abdal Han’a şu nasihatleri vermiştir;

“…Amma ey Han kardeşim, senden ricam şudur; Biz Osmanlı vezirlerindeniz, özellikle (IV.)Murad Han’ın damadıyız. Nitekim Van Eyaletinin mutasarrıfıyım. Sen de benim eyaletimde “Serbest Hâkimsin ve devamlı ocaklık olmak üzere bu eyaletinde mutasarrıfısın!”

Paşayı hanıma kondurup bu kadar ikram ettim diye yanında olan “”hokkabaz ve maymuncuların sözlerine uyup “KÜRT DAMARLARINI” depreştirip kanuna aykırı uygunsuz bir işte bulunmayasın. Her tarafında kol gezen aşiret beyleri ile hoşça geçinip görevli bulunduğun padişah hizmetlerini yerine getiresin. Bu Melek kardeşin de doğru sözlüdür. Zerre kadar şeriat, tarikat, hakikat ve marifetten taş koparırsan senden de baş kopar! Ben Van’da bulundukça bütün halk ile dürüst geçin.
Eğer “İbşir paşa Melek Ahmed paşayı Van’a sürdü ne haysiyet ve vakarı olsa gerek? Dersen ben de derim ki;”Hala Hatt-ı Şerif ile Serdar-ı muazzam ve tuğrakeş-i düstur-ı mükerremim” Hemen sesini kesip hak yolundan ayrılma. İşte sana nasihatim budur!...”
Sabiler haçları önünde çocuk vaftizi

Buraya kadar Bitlis Hanı Abdal Hanın ve halkının Yezidi, Sabi oldukları kousunda tespitlerimi ve delillerimi yazmaya gayret ettim. Seyehatnameyi okudukça zaman içinde seyahat ettiğimde gördüm ki, yukarıda “avantayı bolca bulduğundan Abdal Hanı meth etmeye doyamayan Evliya Çelebi’nin Bitlis ve Kürtleri hakkında aslında benimle aynı fikirde olduğunu gördüm.

İşin aslı, Melek Ahmet paşanın doğuya tayini de Kürt beyleriyle ilişkileri de geçmişe dayalı bir ince hesaba dayanmaktaymış.
1634’lerde Bağdat Seferinden dönen padişah IV. Murat’a Abdal Han ve bazı Yezidi Kürt hanları “zafer kutlamasına” gelmemişler. Bu da padişaha “hakaret” anlamına geliyormuş. Savaştan çıkan ordusunu yormak istemediği için Melek Ahmet paşaya bunun öcünü alması için vasiyet etmiş. Paşa bunu Evliya Çelebiye bir güzel açıklıyor.

Bu yemekten sonra Melek Ahmet paşa Van’a gidiyor, millet de onu “Paşa Macaristan, Kırım ve Bağdat arasında nice seferlerdeki başarılarına rağmen “doğuya sürgün yemiş” olarak görmeye başlıyorlar.
Önce Mardin’de “Saçlılar” ya da halkın, kaşları, bıyıkları, burun kılları ve kulak kıllarını uzatarak bıyık gibi koruduklarından dolayı, “Sekiz bıyıklı Kürtler” dedikleri Babür İmparatorluğundan göç geldikleri için “Babürdler” olarak da bilinen, şeytana tapan, yıkanmayı, okuryazarlığı “dinden çıkmak sayan”, siyah köpeklere tapan, doğan çocuklarına ana sütünden önce köpek sütü içiren, keçe gibi saçları olan, eşkıya, isyancı Kürtlerin işini bitiriyor. Bunu yaparken de Abdal Han’a mektup yazıp onu eşkıyalıklarıyla suçlar, herkes Abdal Han’a saldıracak diye beklerken o Mardin’deki Saçlılara ani bir saldırı yaparak onların işlerini bitirir. Sonra Van’a geçer, orada kalenin imarı ve çevresinin tesviyesi ile uğraşırken Abdal Han da Erzurum’a kadar bölgede dehşet salar, yağma ve haksız vergiler toplamaya başlar. Olay tamamen bir “Yezidi Kürdistan Kurma Savaşına” dönüşür, bölge halkı Osmanlı ile Abdal Han arasında bölünür.

Melek Ahmet paşaya Vanlılar büyük destek verirler, onların yanında, Malazgirt Beyi Mahmudi Bey, Bargiri Beyi Şeref Han Bey, Erzurum sancağından Hınıs Beyi,  Tekman Beyi, Avnik, Kuzucan, Muş, Pinyaniş, Adilcevaz, Gazikıran, Ahlat kale komutanı, Diyarbakır Beyi bazı kazaları hariç, Beyi Hakkâri Beyleri de destek verenlerdendirler.
Abdal Han yanında olanlar ise, Diyarbakır’dan Çapakçur, Çemişkezek (Şimdi Tunceli ilçesi- Bu iki beyi Diyarbakır beyi yakalatır), Ceska Beyi, Hazo Beyi Murteza (Abdal Han’ın damadı), Van’dan Zeriki Beyi doğrudan Abdal Han’a katılırlar. Ayrıca bölgede, Cengiz, Timur ve Hazar Türklerinden kalan Tatarların bazıları da Abdal Han’ın yanında yer alır. Osmanlı’nın yıkılışında Vatikan ve Moskova yanında, bu gün PKK- AKP yanında yer aldıkları gibi.
1920'lerde Yezidiler

Durumun “belirginleşmesini bekleyenler, Van’dan Esbiirt, Kârkâr, Şervi, Hiron, Ağaniş, Keşan, Meksiberda, Lâdik, Erecik, Dalagrer, Çobanlı, Hakkari’den Ben-i Kutur (Yahudi), Abaguy Beyleri ise askeri yardım göndermişler ama savaşa şahsen katılmamışlar, olayların akışını seyretmektedirler.
 Ayrıca Gürcistan beylerinin de Bitlis Hanı ile pazarlık edip anlaşmalarına rağmen Osmanlı ordusuna katılmaları da şüphe uyandırmıştır. Gürcü- Bitlis işbirliğinin 1650’lerde de var olduğunu görmek bana şaşırtıcı gelmemiştir.
Kuşatma esnasında Melek Ahmet paşa bir suikasttan Evliya Çelebi’nin uyanıklığı sayesinde kurtulur. Gelen bir padişah fermanında da Van’dan orduya katılan Sekban ve Sarıca askerlerinin Abdal Han yanında oldukları ve hemen “öldürülmelerini isteyen” ferman da gelir.

Savaşa başlamadan önce iki rekât namaz kılan Melek Ahmet paşanın, gözlerinden akan yaşlarla ettiği zafer duasında da Bitlislilerin Yezidi oldukları vurgulanır;

“-İlahi! Kuvvet ve kudret, yardım ve fesat senindir. Verme, koruma ve doğruluk, iyilik ve büyüklük yine senindir. Dini Mübin gayretine bir fırka Muhammed ümmetini başıma topladım. Elimi yüzüme alıp, kapına dilenmeye geldim. Onu hiç boş döndürmedin. Yine eşsiz padişahımdan dilerim ki, Ahmed’in bu ricasını da kabul edip bu kadar insanı acındırma. BU YEZİDİ HAŞERATINI SEVİNDİRME!”

Savaş başlar, Evliya’nın anlattıkları yürekleri parçalar da ben sadece savaşın “barut kokan kısmından” bir kısmı aktarayım;
“…Her iki taraftan binlerce top ve tüfek atıldı. İki tarafın askeri de Nemrut ateşi içinde kaldılar. O an Mahşer gününe döndü. Siyah barut dumanı göğe yükselip dost düşman yerleri seçilince Dihdivan dağlarının tepelerinde olan Çaker Ağa gördü ki, Osmanlı askeri metrisler içinden kılıç vurup geliyor. Kendisi tabyasında kalıp bir hayli cenk etti ise de sonunda Malazgirt ve Mahmudi beyleri onu yerinden çıkardıklarında aşağı Bitlis şehrine kaçtı. Paşa tarafından bütün Van askerine paye verildi…”
1702 yılında Bitlis

Bu savaşta Vanlıların, Malazgirtlilerin, Cilo aşiretinden Hakkârililerin Abdal Han’a özel düşmanlıkları olduğundan çok gönüllü, cansiperane savaştıkları ve zafer sonrasında paşa tarafından da memnun kalacakları şekilde ödüllendirildikleri anlatılır. Abdal Han ise yükte hafif, pahada ağır ne varsa beş altı yüz askeriyle savaşın kızıştığı anda sinsice kaçmayı başarır.
Bitlis kalesine sıkışan Abdal Han’ın askerleri, kale önünden gelip geçen kendi halkları olan Yezidilere de top tüfek atışları ile zarar, korku verirler. Vanlıların özel teşviki ile durumun değerlendirmesini yapan paşa, kalenin fethine karar verir ve teslim olmalar için ferman gönderir. Kale içindekiler ise ;

“Kale Hanındır, Osmanlının olsa içinde Osmanlı askeri olurdu. Osmanlının kale ile ne ilgisi var? Biz hepimiz Han kuluyuz!” Cevabını gönderince, gösterilen bu asilik üzerine fetih kararı alınır.
Hazırlıklar tamamlanıp kale hisarı kuşatılıp ordular yerini aldıklarında bir alay Yezidi gece toplanıp meşaleler, çıralar yakarak kale içini aydınlatırlar ve;
Sincar Yezidileri

-“ Allah birdir, bir!*” Diye feryada başlarlar.

*(Sabilerin ve o dinden doğan Yezidilerin tanrıları arasında Allah İslam öncesi de tapınılan bir tanrıdır. Sabilerin soyundan ürediklerine inandıkları Er Ruha(Dişi Şeytan) Allah’ın kızıdır, Allah onun babasıdır. Kudüs’te bulunan M.Ö- 1000- 0 yılları arasında yazıldığı tespit edilen ve Nag Hammadi Kütüphanesinde saklanan bir Sabi dua metninde Sabi tanrıçası Er Ruha (Astarte, İştar, İnanna, Bedi), “Allah’ım beni niye kovdun, uzaklara attın” diye şikâyet etmektedir. Bu duadan da Tevrat, İncil, Kuran’da geçen “cennetten kovulmuş aşağılanmış şeytanın”  Er Ruha olduğunu öğreniyoruz. Halkının Sabi olduğu için Urfa adının da Osmanlı kayıtlarında “Er Ruha, Roha Vilayeti” olarak geçtiğine, Urfa adının da bu adın bozulmasından türetildiğine tanık oluyoruz. Urfa’nın  Harran ilçesinde dünyanın ilk Sabi üniversitesi vardır, pozitifi bilimlerin yanında simya (büyücülük) eğitimi ağırlıklıydı .Evliya Çelebi Seyahatnamesinde de bu böyledir.

Yahudilik, Yezidilik- Mecusilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık hep Sabi dininden doğmuştur. Müslümanlar namaz, oruç, hac, abdest, tespih, tavaf, kurban, zekât, fitre, sünnet geleneklerini ve kadınlarının “çoğunlukla beyaz çarşaf- peçeli, burkalı, erkeklerinin de sarıklı, çarıklı, beyaz cübbeli giyinmelerini, dillerinde Allah adını, imam, müezzin, cami, mihrap, mimber adlarını bunlardan işittiklerinde bunları kendinden sanmaktadırlar. Aralarındaki en önemli fark ise, Kur’an, Merkür, Venüs, Dünya, Ay, Mars, Jüpiter, Satürn ve Güneş’in “gök cisimleri olduklarını, Allah’ın takdiri ile gökyüzünde yüzdüklerini anlattığından Müslümanlar bunlara tapınmazlar ve medet ummazlar.

Sabiler ve Yezidiler ise bunların “tanrıların bedenlenmiş hali olduklarına” inanırlar ve onlardan medet umar, namaz kılar, kurban keserler, Muhammed’in “Şeytan Bazut, İsa’nın ise “sahte peygamber” olduğuna inanırlar. Çocuklarını Fırat nehri suyunda vaftiz ederler, bazıları çocukları ölse bile doğar doğmaz sünnet ederler, Tevrat ve İncil okurlar, İslam’ı sevmezler, Müslümanlara kız vermezler, onların helalarına girmek zorunda kalsalar taharetlenmezler ve helanın kapı ve duvarlarına necasetlerini sürerler, namazlarını gizli kılarlar ve onlardan olmayan biri namaz kılarken görürse namazları bozulur v.s.  İslam öncesi de Kâbe’de hac, tavaf, namaz, Cuma ve bayram namazları, üç aylar, kurban (insan ve hayvan), zekât, fitre gibi dini gelenekler vardı. A. Yavuz)

M. 1652(H. 1065) yılının Ramazan ayında Bitlis Kalesi Osmanlı veziri Melek Ahmet Paşa tarafından teslim alınır. Melek Ahmet paşa, Abdal Han’a yandaşlık yapanların büyük çoğunluğunu affeder, bir kısmını da Vanlılar ve savaşa destek veren öteki Kürtler ile birazını da Evliya Çelebinin aracılığı ile afları gerçekleşir. Gerçekten “Müslüman olmayan Yezidilerden Kürtçülük” yapanlar cezalandırılır.

Resim Düşmanı Kadızade Tarikatı Müridi;

Kadızade Tarikatı- M.S. 1760’da vefat etmiş Erzurum Müftülüğü yapmış olan Muhammed Arif Efendi’nin kurduğu tarikata verilen addır. Evliya Çelebi’nin çağdaşıdır. Günümüzdeki ardılları 1950’lerden sonra ezan okunması ve rahatlıkla herkesçe işitilmesi için minarelere, camilere konulan hoparlörlere karşı çıkmışlardır. Her türlü resmin haram, şeytani olduğuna inanırlar v.s. Oysa resim ve heykelin haram edilmesi, peygamberlik döneminde ve sonrasında da Müslümanların put (heykel) ve ikonlardan (resim) medet ummaları devam etmiştir. Yasaklanan sadece Araplar arasında sayıları binleri geçen Arap tanrı, tanrıçalarına ait, insan veya hayvan sıfatında cin ve şeytan resimleri yasaklanmıştır. Mantık bu yöndedir. Tanrı olarak tapınılmayan bir insan veya hayvan resminin veya heykelinin neden haram olduğu konusunda bir fikir yoktur.

Oysa kitapların, gazete ve mecmuaların resimleri olmasa okullarda nasıl eğitim verilebileceği hakkında bir fikirleri olduğunu sanmıyorum. Japonların yaptıkları insana benzeyen ve yürüyen, çay kahve ikramı yapan robotlarını, bir otomobilin motor ve öteki aksamlarının, vinçlerin v.b. araçların şekillerini resimsiz nasıl anlatabileceklerini ve anlayabileceklerini çok merak ediyorum.
Abdal Han’ın kalesinden ele geçirilenlerin kurulan mezatla halka satışı sırasında birçok kıymetli kitap da vardır. Melek Ahmet paşa bunları satarak savaşa katılan askerlerin aylıklarını, mükâfatlarını ödeyecek parayı temin etmeye çalışmaktadır. Bu işten oldukça da para toplar. Ancak bazı el yazması kıymetli kitaplar da yok pahasına açık arttırma ile satılınca “-Millet alıyor ben de alayım!” derdinde olan bilinçsiz sofu dindarların bir sanat eseri kitabı yok edişini Evliya’Nın kaleminden okuyalım;

“ Bu eşyalar hep yok bahasına satılıyordu. Kadızade fırkasından geçinen nâmerd, kötü imansız biri, eşsiz bir eser olan Şehname’yi mezadda “1.600”  kuruşa alıp üzerine yazdırır. Anlayışsız herif çadırına varıp “resim haramdır” diyerek bütün resimleri berbad edip gözlerini çıkarır. O resimlerin nergis gibi gözlerini bıçakla oyarken her sahifeyi delik deşik etmiş, bazı resimleri “boğazladım” zannıyla bıçakla boğazlarından çizmiş hele o güzel yüzleri kibar elbiseleri ağzındaki pis tükürüğü ile kirletmiş ve böyle değeri sonsuz olan bir kitabın her sahifesini üstad ancak bir ayda tamamlamış iken, böyle bir edepsiz bir anda salyasıyla berbad ediyor!
Hatta ertesi günü, dellal (tellal) kitabın parasın ı istemeye gittiğinde;
Gezegenlerin hareketlerin taklit eden "Çember Dansı" ya da Halay
Arap ve Kürt Yezidi Dansı

-Ben ne ideyim? Resimli papaz kitabını resim haramdır diye elime almayıp bütün resimlerini bozdum! Diyerek Şeyname’yi dellalın üstüne atar. Dellal kitabı açar bakar ki ne görsün? Bir resim bile kalmamış.
-Bire Ümmet-i Muhammed, bu şehname’yi görün, bu zalim neylemiş! Diye feryat eder.
Edepsiz herif der ki;
-İyi vardım, hoş ettim ki nehyi müsker eyledim. Yalnız bir resim alıkoydum, o da benim Tire’deki oğlanıma benzediği için!

Dellal baktı ki onunla dövüşmek olmaz, hemen paşaya gelip herifi şik^
-Ey vezir,şu Şehname’yi Hakkâri Beyi kethüdası Cilomerg kaleli Han Murad Bey “1400” kuruşa aldı. Kitab üç gece yanında kaldı. Meğer herif Kadızadeli imiş. Bütün resimlerin gözlerini delip bir çok resimleri pabuç sün geri ile silmiş. Bu Şehname’nin elli adet toplu resimlerini berbad edip kitabı değersiz yaptıktan başka bu kadar dellallığıma da gadretti.!” Dedi ve Şehnameyi vezirin huzuruna bıraktı.
 Paşa Şehname’yi görünce ah edip huzurdakilere gösterdi. Herkes adama lanet etti.
Dellal;
-Sultanım benim dellallığıma zarar gelmesin! Dedi. Paşa;
-Bre dellal, merak etme. Senin dellallığa zarar etmemiş, padişah malına zarar vermiş. Tez o Tire’li hacıyı getirsinler! Dedi. Etrafındakiler onu çeke çeke, sürüyerek, döverek paşanın huzuruna getirdiler. Paşa;
-Bre adam bu kitabı niye böyle ettin? Deyince herif dedi ki;
-Ya o kitap mıdır, papaz yazısıdır, iyi ettim. Nehyi münker ederek bozdum!
Paşa;
-Sen nehyi münker etmeye memur değilsin. Amma ben mezadda iki bin kuruşa çıkmış kitabı sana göstereyim. Alın şunu!
Dedi, herif her ne kadar;
 -Ben kapıkulu Yeniçerisiyim! Dediyse de cellatlar el aman vermeyip bin değnek vurarak Bitlis Kadısının kararı üzere devlet malı için “1.600” kuruş alıp dellala da “10” kuruş verdiler. Pejmürde şehnameyi de herifin eline verip ordudan kovdular.
-Hay Allah belanı versin! Diyerek herif yürüdü. Bütün askerler zavallıya hakaret ederek maymuna çevirdiler, ara sıra taşlar atılarak Diyarbekir’e gönderdiler.””

Kürtlerin Osmanlı’nın en güçlü zamanında yaptıkları asilikleri ve işbirlikçiliklerini okumaya devam edeceğiz.
Şimdi, 19. Yüzyıl sonlarında ve 20. Yüzyıl başlarında emperyalist devletlerin hesaplarına göre, yıkılacak olan Osmanlı’nın yerine kurulacak devletlerden birisi olan Kürdistan eyaleti için “Halife veya Şeyhülislâm olarak hazırlanmış”, ömrünü İslâm Kürdistan’ı için harcamış, hocası Siirtli Fethullah ve padişah Sultan II. Abdülhamit tarafından “delilik teşhisi” konulmuş, misyoner İngiliz rahip casusu Mr. Robert Frew’un destekleriyle, 20. Yüzyılda Türk ve Müslüman dünyasının en büyük belası olarak hazırlanmış Said-i Meşhur/ Kürdi/ Nursi/ Bediüzzaman’ın en son sıralamada bulunan “Bediüzzaman” adını nasıl aldığını, kâtibi Hüsrev’e  yazdırdığı “Tarihçe-i Hayatım” adlı kitabından okuyalım;
Şeytan İbadetçileri Yezidiler

Deliüzzaman-ı Said-i Kürdi Van’da Kimya Kitabı Okur ve Kimyager ve Bediüzzaman Olur;
“…Van’da mâruf ulema bulunmadığından, Hasan Paşanın daveti üzerine Molla Said Van’a gitti. Van’da on beş sene kalarak, aşâirin irşadı için aralarında seyahatle tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van’da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilât ederek, bu asırda, yalnız eski tarzdaki ilm-i kelâmın İslâm hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür.HAŞİYE-1

Bu kanaati hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalâası sayesinde hakkıyla anlamıştır. Meselâ, bir coğrafya muallimini, mübahaseye girişmeden evvel, yirmi dört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfzetmek suretiyle, ertesi gün Van Valisi merhum Tahir Paşanın konağında onu ilzam eder. Ve yine aynı surette bir muaraza neticesinde, beş gün zarfında kimya-yı gayr-ı uzvîyi elde ederek, kimya muallimiyle muarazaya girişir ve onu da ilzam eder. İşte pek genç yaşındaki mezkûr harikulâdeliklere ve bahr-i umman halinde bir ilme mâlikiyetine şahit olan ehl-i ilim, Molla Said’e “Bediüzzaman” lâkabını vermiştir…”
19. yy. Yezidi Kürt isyancılar Irak'taKalde'li Yezidi rahibi ile buluşmalarında

Bediüzzaman’ın Günümüze Göre Açıklaması;
Bedi adı Kur’an’da Allah’ın Esma-ül Hüsna’sı olan yani “99” doksan dokuz adından birisidir ve “mucize, harika” demektir. Ayrıca, Tevrat II. Krallar kitabında geçen “gök cisimlerinin tanrı olduğuna inanarak onlara tapan ve çocuklarını kurban eden Filistin- Lübnan Sabilerinin tapındıkları tanrıçaları “Astarte’nin” de adlarından birisidir. Sabi tanrıçası Asrarte aynı zamanda yüzüne ve gözüne bakılamayan “nazarcıdır” yani bakışlarıyla insanı öldürebilir, diriltebilir. Tevrat’ta çok yerde geçtiği gibi onların yüzlerine bakan veya onlara görünen yaşamaz ölür. Bu yüzden Tevrat’ta Allah ile görüşen İbrahim, Hacer ve onlardan türeyen nesilleri “tanrıyı görüp sağ kaldıklarından şükranlarını göstermek için” taş anıtlar dikerler. “Bedi” böyle tanrıya, Allah’a yakışır mucizelerdir.

Zaman Adının “Mitolojik” Açıklaması;

Aramilerin tarihi kökenlerini araştıran yazar Edward Lepinski’nin “”The Arameans: Their Ancient History, Culture, Religion”  (Aramilerin Eski Tarihleri, Kültürleri ve Dinleri) adlı kitabının “Aramaean Pre-Hıstory  and Proto Hıstory” (Tarih Öncesi ve İlk Aramilerin Tarihleri) kısmının dördüncü bölümü “135”. Sayfasında “Beyt Zamman’ın” anlamını açıklamaktadır. Türkçeye çevirisi tarafımdan yapılmıştır.
“Bölüm VI- S.135

Beyt Z- Zammâni
Beyt Zammani, Zamman adından, Arami Kabile devletine Asurluların verdiği addır. Şahıs adı olarak M.Ö.18.yüzyılda  Babil’de Amoriler arasında, Za-am-ma-a-nu-um, Za-am-ma-nu-um şeklinde ortaya çıkmıştır. Milattan once yedinci yüz yıllarda Yeni Asur döneminde “Za-am-ma-a-ni” şeklinde görünmektedir.
Kişi adı olarak “Zamman” belirsizdir ama “bağlamak” anlamına gelen ya da diğer anlamı büyü ile “bağcı, bağlayan”  anlamında Sami fiili olan “Zamm” dan türetildiği sanılmaktadır.

M.Ö.13. yüzyılın ilk üçte birlik “1/3” dönemlerine tarihlenen orta Asur dönemi Tel Billa’daki idari kayıtlarda ortaya çıkan “Beyt-Za-ma-ni” den açıkça söz edilmektedir.  Metinlerin tarihleri J.J. Finkelstein’in doğrudan ilişkişlendirdiği geç Arami devletinin “Beyt Zammani “ eyaletinin valisi/yöneticisi olan “hassihlu şa halşi   E-Za-ma-ni “ Bel-Karrad’ın oğlu Aşur Kassid’in valiliği dönemine uzanmaktadır.  Eyaletin geniş toprakları Arami kabilesinin adıyla anılmasına rağmen Metinler Arami eyaletinin baş şehrine atıf yapmamaktadır….”
“Zamman” adının “bağlayan, bağcı” anlamına gelmesi, çok eskilerden beri Türkçe’de de sihirbazlar için “göz bağcı” denilmesi , nazara inanılıp özellikle “çakır gözlülerden” kaçınılması, halk arasında halen bazı kadın ve erkeklerin bakışlarının ardından hayvanların çatlayarak, acılar içinde çığlıklar atarak ölmeleri, bilimde “hipnoz” kavramları aynı anlama gelmektedir.

 “Okur” ama “yazamayan” Said-i Kürdi’nin yazdırdığı küçük broşürler halindeki yazılarına “Risaleler, Lahikalar, Lemalar, Şualar” adları verilir. Bu yazılarının ne yaşadığı dönemin dili olan Osmanlı Türkçesi ne de yeni Türkiye Türkçesine, ne Farsçaya ne  de Arapçaya uymadığını kendisi de Kabul etmektedir. Nurcular, 1950 Adnan Menderes hükûmetiyle iktidar  edildikten sonra güçlendiler ve 2002’den beri ülkenin idaresine sahip oldular. Hatta 1950’den beri değişik adlar ve yapılanmalarda daima iktidarda yer almışlardır.
İki yüzden fazla  devlette üniversiteleri ve özel tarikat ilk-ortaöğrenim okulları vardır. Said’in bu yazılarını günümüz diline “sadeleştirerek çevrilme” çalışmalarına hep karşı çıkılmış, kendiliğinden bunu yapan tarikat mensupları ya tarikattan kovulmuş ya da çok ağır şekilde cezalandırılmıştır.
Bunun nedeninin de Said’in yazılarının Cifr İlmi” denen Yahudi Kabala düzeninde “büyülü” yazıldığına dair iddialar ve itiraflar vardır. Eğer yazıları tam Türkçe’ye veya başka dile çevrildiğinde “büyü bozulacak” ve Kürdistan” kurulması gerçekleşemeyecektir.
Bu konuyu gene kendi kitabından görelim;

Said eserlerini kendi anlayacağı şekilde yazdığını söylüyor;

Ayet-ül Kübra;
Ben kendi müşahedatımı (gözlemlerimi) kendi fehmime (anlayışıma)göre ve kendim için yazdım. Sair (Diğer) kitaplar gibi başkalarının fehmine (anlayışına) ve telakkisine göre yazmadım

Kürt Said diyor ki; ”Ben yazılarımdaki tespitlerimi kendi anlayacağım şekilde yazdım. Başkaları gibi başkaları anlasın diye yazmadım”

“Yazı yazmayı” bilmediğine başka örnek;
26.İhtiyarlar Lemasında ;”Üçüncüsü;Yanımda devamlı yazıcı bulunmadığından katibin Risale-i Nur’a ait dört beş vazifesi olmakla düzeltme yapmaya tam vakit bulamadığımızdan yazı düzensiz kaldı.” Demektedir.
İstanbul Marmara Üniversitesi  İlahiyat Fakültesi profesörlerinden Zekeriya Beyaz, Profesör  Yaşar Nuri Öztürk ve daha bir çok din adamınca bu olay dile getirilmiştir.
Evliya Çelebi’nin yukarıdaki Bitlis hakkındaki anılarıyla tarihçi Edward Lepinski’nin “zamman-zaman” hakkındaki verdiği bilgiler ışığında Said-I Kürdi’nin özellikle 1926 yılı Şubatında Şeyh Said isyanıyla ilgili olduğu tespit edildiğinden o zamanın İstiklal Mahkemesi kararıyla Isparta’nın Barla ilçesine “zorunlu ikâmete” gönderilmesinden sonra “Bediüzzaman” adını alması boşuna olmasa gerekir.

Edward Lepinski’nin verdiği bilgilere göre “Zaman=bağcı, bağlayan” demek olunca buna “Bedî=Mucize” kelimesini eklediğimizde “Mucize bağcı” veya “mucizevi bağlayan” büyücü anlamına ulaşırız. Herkesin diliyle “Mucize Büyücü” ifadesi tam yakışmaktadır.
“Rüyalarında Allah’ı, peygamberi gördüğünü, İslam’da olmayan “vaftizle (suya daldırarak)” ölü dirilttiğini ifade ederek bir çeşit “yaşayan tanrı olduğunu kanıtlamaya çalışan bu sapığı gene kendi kitabından gene bir kaç örnekle ,“din uleması” olarak yutturulmaya çalışılan bu “Yezidi /Sabi” şatanistinin gerçek kimliğini görelim;

Sabilerin ve Yezidilerin bazılarının Tevrat ve İncil okuduklarını belirtmiştim. Elmalı’lı Hamdi Yazır da Kur’an Tafsirinde bunları Maide Suresinin “60.” Ayetinin tefsirinde olduğu gibi çok yerde işlemiştir.
Şimdi “Bediüzzaman” büyücüsünün” Hıristiyan ve Misyoner düşkünlüğünü görelim;
Said- Kürdi Yahudi ve Hıristiyanların Ortağıdır. Müslümanların Değil;

Müslümanlık – Hristiyanlık ittifakını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nurcular, Hristiyan ruhaniler ve misyonerler uyanık olmalıdır.” (Kynk=Emirdağ Lahikası I, s. 1712, Tarihçe–i Hayat, s.434’den nakleden Prof. Dr. Yumni Sezen, Dinlerarası Diyalog İhaneti, Kelam Yayınları)

Misyonerler ve Hristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü herhalde şimal cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etme fikriyle İslam ve misyonerlerin ittifakını bozmaya çalışacak.” (Kaynak-Lem’alar,111,141)

Said-Kürdi Allah’tan görümler görmektedir. Yani peygamber veya tanrıdır;

“30.Lema;Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, altı nüktedir.(Nükte, derin anlamlı söz anlamında)
Birinci Nükte;
İsm-i Kudüs’ün bir nüktesine dairdir.  Bu Kudüs nüktesi Otuzuncu sözün zeylinin (ekinin) zeyli olması münasiptir (uygundur).
Zâriyât Sûresi, 51:48.“Yeri de döşeyip düzenledik. Biz ne güzel donatıcıyız!” ayetinin bir nüktesi ve bir ism-i azam (Adı büyük olan Allah) veyahut ismi azamın altı nurundan bir nuru olan Kudüs isminin bir cilvesi (yansıması) Şaban-ı Şerif (Yezidi Arapların İslam’a geçmiş “Haram aylar” diye bilinen kutsal üç ayından biri) ahirinde (sonunda) Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Şöyle ki gördüm;
Bu kainat (evren) ve bu küre-i arz (yer küre)daim (sürekli) işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han.”

(Kudüs adı Sümer tanrılarısı Enki/ Ea’nın oğlu Marduk’un oturduğu, Babil’in kâtip tanrısı Marduk’un oğlu Nabu’nun büyüdüğü “E-zida- Büyük İkamet” adından türetilmedir.  Ea, şeytan’dır ve aynı zamanda da her şeye geçebilen bir ruhtur. Torunu olan Sin’in kızı İnanna da Kudüs’te yaşayan Nabetiler, Sabilerce “ Astarte- İştar, El Ruda- El Ruha” adlarıyla tapınılan “kutsal ruhtur”. İnanna/ Astarte (Bedî) , “övülmüş ve aşağılanmış olan dişi şeytandır”( Nag Hamadi papirüsleri Kudüs). Kudüs’e “Ruh-ül Kudüs (Kudüs’ün Ruhu)” adı da bu inanıştan gelmektedir. İslam’a kadar bu dinlerden geçmiştir. Kudüs’ün kutsallığı şeytan/ cinlere tapınılan dönemlerde de kutsaldır. Sabilik de İranlıların Mihr (Güneş), Sümerlerin, Akadların dinlerinden türetilmedir.)

Said-i Kürdi “Ölü Diriltiyor! ;

Rüyasında da Abdülkadir Ceylani’den vahiyler alıp Kürt Hamidiye paşası Vali Mustafa’yı öldürmeye de gidiyor.
“…Molla Said’e binmek için verir. (Allah-u a’lem, attan düşüp ölmesini istemiş.) On altı yaşında bulunan Molla Said, serkeş atı biraz dolaştırdıktan sonra koşturmayı arzu eder. At, onun verdiği istikametten çıkarak başka bir istikamete doğru koşar. Var kuvvetiyle durdurmak isterse de muvaffak olamaz. Nihayet çocukların bulunduğu yere gider.
Cezire* ağalarından birisinin oğlu yol üstündeyken hayvan iki ayağını kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları altında çırpınmaya başlar.
Nihayet etraftan imdada ulaşırlar.

Vaftizci Yezidi Said


Çocuğu hareketsiz, ölü suretinde görünce Molla Said’i öldürmek isterler. Ağanın hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine  (Toplu tabanca) el atar ve adamlara hitaben:
Hakikate bakılırsa, çocuğu Allah öldürmüş. Zâhire bakılırsa, at öldürmüş. Sebebe bakılırsa,
Kel Mustafa öldürmüş; çünkü bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa bakayım; ölmüşse sonra muharebe edelim” diyerek attan inerek çocuğu kucaklar. Çocukta hareket göremeyince soğuk suyun içine batırıp çıkarır.* Çocuk gülerek gözünü açar…” (Tarihçe-i Hayatım)
*(Günümüz Mardin Cizre)

Her Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanın bilmesi gereken şudur;  Böyle rüyalar gören, vahiyler söyleyen, Cifr/Kabala ilmiyle uğraşıp bağlar bağlayanların Yahudi, Grek Tevratında cezası “yakılarak ölüm”dür.
Kur’anda da buna bir itiraz yoktur ve büyücülük, bağcılık, muskacılık yasaktır. Hatta bunları görenlerin bildirdikleri doğru çıksa bile” Der Tevrat.
Ömrü boyunca “1+1=2” yazamamış birisinin bu kadar karışık “cifr İlmi veya Kabala İlmi ile büyüler yapması da akıl işi değildir.

Eğer bunları yaptıysa bu adamın Yezidi Kürtler’in ve Sabilerin dinlerinde olan “Ölen Tanrı Kültü” gereğince “Büyücü Bediüzzaman’ın bedeninde şeytan Yezdan/Tavus/ El Ruha insanlara görünmüştür!” Analmı çıkarılabilir. Said-i Kürdi’nin de yukarıda anlatmaya çalıştığı “mucizeleri” ve “okuryazar” olmamakta direnmesi de “böyle biri olduğunu ispat etmek içindir”.
Başka hiç bir açıklaması da yoktur.

İstanbul’da Said-i Kürdi’nin İngiltere yanlısı Volkan Gazetesine makalelerini hazırlayıp veren, yapacağı her işi emreden, öğreten, bu yüzden Atatürk tarafından “mektupla uyarılan”  İngiliz rahip ajanı Mr. Robert Frew, Said’in kişiliğinde Sabi ve Yezidi inançlarına göre bir “yaşayan tanrı” yaratmıştır. Günümüzde Fethullahçılık adını alan bu saçma şeytani inanış bütün Müslüman dünyasına Kabul ettirilmek üzeredir.

Şimdi “Emperyalist Haçlı dünyasının casusluğunu yapmak”  gibi “aşağılık” işlerle uğraşan Kürt  Tanrısı Şeytan Said’in Rus Casusluğuna bakalım;
Deliüzzaman-ı Said-i Kürdi İstanbul’dan Rus Çarlığı İşgalindeki Gürcistan’a Gider. Rus Polisiyle Görüşür.Rusların Bitlis’i İşgallerinden Kısa Bir Sür Öncesi 1916 Başlarıdır.Tarih Vermediyse de Olaylardan Bu Sonuç Çıkmaktadır.
Rus Ajanlığına Başlıyor;

Said Hiç Gereği Yokken, İngiliz Mandacılığını Savunan Volkan Gazetesine Yazı  Yetiştirmek Yerine,Veya Doğruca Van ya da Bitlis’e Gitmek Yerine, İstanbul’dan Doğruca Gittiği, Sadece Süryanilerin ve Yezidi Kürtlerin Çoğunlukla Yaşadığı Tiflis Dağlarında, Halktan Birileri Yerine Rus Polisiyle Görüşür. Burada “Ha Bitlis ha Tiflis” İfadesiyle de Bitlis Yezidi Kürtleri ile Grek akrabalığının bilincinde olduğunu da öğrenmiş olacağız.

 “”…Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkale etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:
“Niye böyle dikkat ediyorsun?”
Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”
O der: “Nerelisin?”
Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”
Rus polisi: “Bu Tiflis’dir!”
Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.”
Rus polisi: “Ne demek?”
(Said’in Rus ajanı olduğunu yıllar sonra şoförü açıklamıştır.)
(Kaynak-Tarihçe-i Hayat 87/918)
(Said-i Kürdi hakkındaki “tırnak içindeki” alıntı yazılar, onun takipçilerinin kurduğu internet sitesinden “imla hatalarıyla” birlikte kopyalanmıştır.)

Bu olay Bitlis’i kurduran Büyük İskender’in hazinedarı Bitlis’e kurdurduğu “iki şehir”  den birisi olan Tiflis’te bu işbirliğinin kurulmasında gene bir “Simya/ büyücülük” izi görünmektedir.
Evliya Çelebi zamanındaki Bitlis Hanı Abdal Han’ın “simya” ilmine düşkünlüğü, Molla Mehmet’in sihir/ büyü örneklerine baktığımızda Bitlis’li Said-i Kürdi’nin “ öğretmenlerinden birisinin de adının “Molla Mehmet” olduğunu hatırlayalım ki, Abdal Han’dan  Said’e Yezidi Kürt Miliiyetçiliğinin akamadan sürdüğünü daha kolay anlayalım. Ve Said’i Bediüzzaman’ın (Mucizeyle Bağlayan, Büyüleyen’in) simyacılığı, kimyacılığı (Kimya Simya’dan türetilmedir) ve “Bediüzzaman” ’lığına baktığımızda bölgenin “Müslümanmış gibi yapan Sabi/ Yezidi” inancına sahip olduğunu görüyoruz.

 Kürdistan isteyenlerin ırkçılığı dışlayan Komünist ve Müslüman değil Şeytana tapınanYezidi Kürtler olduklarının ispatıdır bu bayraklar! (Linkler canlıdır.)

Güneşli PKK bayrağı

Büyük İskender’in annesinin Zeus’un hallerinden birisi ya da Zeus’un düşmanı olan siyah piton yılanı Tiphon (Tayfun-şeytan) olduğuna inanılan, odasına giren siyah bir “piton yılanından” hamileliği sonrası doğduğu iddiasına bütün tarihçiler katılmaktadır. Son yıllarda çekilen filmlerinde de bu konu genişçe anlatıldı.
Eski Grek dininin tanrıları Sabilik/Mihri dini kaynaklı “ölen yılan tanrı kültüne” aittir.

Doğu Anadolu’ya İskender zamanı (M.Ö.333-50), (M.S. 740,850, 950) yıllarında Bizanslıların Grekleri yerleştirdiklerine, Sabi, Yezidi, Mecusi, Yahudi, Hıristiyan, İslam inanç kökenlerin baktığımızda, Harran’dan Bağdat, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Dakar, Umman, Yemen, Necd ve Hicaz Araplarının da İskender zamanında “Grekleştirildiklerini” hesap ettiğimizde Said-i Kürdi’nin bu bağları hiç de tuhaf değildir.
İslam diye sapık Yezidi gelenekleri "yasalarla" dayatılıyor!

Said-i Kürdi Bediüzzaman’ın (Mucize bağcı/büyücünün), Tiflis- Bitlis bağlantısı, “iki şehrin kardeşliğini anması, onun Grek-Yahudi kökenlerine ve eski dinleri içlerinde yaşattıklarına vurgu yapmaktadır. Buradan yola çıktığımızda onun neden “Hıristiyanları ve misyonerleri” kıymetli bulduğunu, Kürt, Ermeni, Yunan, Vatikan, Fener Patrikhanesi bağlarına neden düşkün olduklarını kavrayabiliriz.

İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya’ya yerleşmiş Mason sermayesinin ürünü olan “Etnik Milliyetçilik” ile 19. Yy. da ve 20. Yy. başlarında bütün feodal imparatorluklar yıkılmıştır. Bunu, feodal imparatorluklar üzerinde kurulan yeni devlet yapılanmalarında “çoğunluk ırkın hakimiyeti’ne” dayalı “ulusalcı devlet düzeni”  takip etti.
Rus Çarlığı topraklarında kurulması teşvik edilen “oligarşik demokratik düzen” yani “sahte Sosyalizm” ile, Şamanlar, henüz Budist, Hıristiyan ve Müslüman olmamış kavimler Hıristiyanlaştırıldı, Müslümanlar dinsizleştirildi. 1992’de bu rejimin yıkılmasıyla geleneklerinden koparılmış kavimler yeni dünya düzeninin dinine açık hale getirildiler.
Asırlardır süren "azınlık ihanetleri" 12 Eylül 1980 darbesi ile zirve yaptı.

21. yüzyıl düzeni olarak, Mason küresel sermayenin “Yezidi/ Sabi/ Mason İslam Bizans’ını” yeniden kurmaya olan uygulamalarına tanık olmaktan başka yapacak başka şey yok mudur?
Halklar, geçmiş değerlerine, özgürlüklerine sahip dayatmalara karşı çıkmayacaklar mıdır?

Alaeddin Yavuz
keykubat /adilyargic/ adilyargicc


Bir ay sonra Yezidiler savaş tamtamlarını çaldılar!