BEDENSEL ENGELLİLERE YARDIM
KAMPANYALARI
Son zamanlarda halkımızdan merhametli
insanlar ülkemizde sayıları azımsanmayacak ölçülerde olan her türlü sakat, alil
ve acizler için yardım kampanyaları başlatmışlardır. Bu yardımların yerine
ulaştığını göstermek için gazete, televizyon kanallarında sıklıkla yaptırılan
programlarda yer alarak halkı yardımların gittiği yerler konusunda
bilgilendirmeye çalışmaktadırlar.
|
Her şeye rağmen hayat mücadelesi vermek ne güzel! |
Öyle de olduklarını varsayalım!
Sakatlara, alil ve acizlere yapılan
yardımlar toplumun bireyleri arasında bir bağlılığın ve dayanışmanın göstergesidir.
Merhameti yüksek olan insanımız gücü yettiğince katkıda bulunmaktadır.
Halkımızın bu konuda tartışılmaz üstün bir konumu vardır.
Sakat insanlar, bedeni, akli
sakatlıkları olarak kısaca ikiye ayrılırlar.
Bedeni sakatlıklar, iş, trafik, çoğunluğu
çocuklukta geçirilen ağır ateşli hastalıklar, felç, inme, şeker, Sara
(epilepsi), Parkinson, alzhaymer gibi orta ve ileri yaşlılık hallerinde çıkan
hastalıklar sonucu oluşmaktadır.
Son olarak sayılan hastalıkların
getirdiği sakatlık ise aklın yitirilmesi ile yatalak olan ve desteksiz hareket
edemeyen hastalardır. Beynin beden ile iletişim dışı kalmasıyla bedenin kullanılamaması olarak
ortaya çıkarlar.
Ama bir de bu sakatlıkların öteki boyutu
vardır. Bu da ülkemizde yaygın olan akraba evlilikleri, ensest (aile içi)
tecavüzler-cinsel ilişkiler sonucu doğurulmuş kan uyuşmazlığı yüzünden olan
sakat doğumlarla oluşan sakatlar ordusudur.
Bir de karısını doktordan kıskandığı
için koca karılara evde doğum yaptırtan, bu yüzden doğum esnasında çocuğun
bacaklarını, kollarını çıkartanlarından, kopartanlarına kadar sefilliklere kapı
açan dinci, yobaz, gerici zihniyet de gene bunlardandır.
Bu sakatların dini ve ırki kökenlerine
dikkat edildiğinde bunların %90’ının “Şeytan İbadeti Kültü” olarak bilinen
Sabi/Süryani Araplar, Ermeniler ile Yezidi Kürtlerdir.
Bu dinlerin kutsal kitaplarında bizzat
tapınılan tanrılarının “Şeytan” olduğu yazılıdır. Bu konuda bu dini kaynaklara
dayalı, ispatlı belgeli çok sayıda yazım vardır.
Sekiz yaşında kız çocukları ile evlenen, sütten
kesilmiş çocuklarla erkek-dişi ayırmadan ilişkiye girdikleri yazılan (Humeyni-Küçük
Yeşil Kitap) bu yaştaki kız çocuklarını kutsal kitaplarının emirleri gereği bir
dönüm arsa karşılığında veya karşılıklı değiş-tokuş olan Berdel adını
verdikleri evlilikleri “Töre” kılıfına sokmuş bu insanlarımız adeta ülkemizin “sakat
üretim fabrikaları” gibi çalışmaktadırlar.
Yaşadığımız coğrafyada “Çocuk
Evliliklerinin” en yoğun olduğu ülkeler Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, İran
ve Türkiye’dir. Bunun nedeni de Nakşibendi/ Şafi mezhebinden Sünni Müslüman
görüneninden açıktan Ezdi/Yezidi olanlarına kadar insanlarımızın çocuk
evliliklerine olan düşkünlükleridir.
Günümüzde, “Ay Tanrısı Kültüne” dayalı,
Hazreti Yahya Hıristiyanları olarak da bilinen Sabi-Süryani Araplar ve
Ermeniler de Yezidiler gibi Sabilik temelli çocuk ve akraba evliliklerini
yaygın olarak yaşayan insanlarımızdır.
Bunlar kendilerinden olmayana kız vermedikleri,
ama komşularının karı ve kızlarını çalmayı da dini emirleri olarak
uyguladıkları gibi, kutsal kitapları olan Mushaf-ı Reş (Ezdilerin), Ginza di
Rabba (Ermeni ve Arap Süryanilerin) kitaplarında emredilen “bir dönüm arazi”
olan başlık parasını alamadıkları damatlarını, izinsiz kocaya kaçan kızlarını “Kan
Davası” olarak bildiğimiz “Töre Cinayetlerini” de eklediğimizde bunlardan
kurtulanlardan oluşan yaygın bir sakatlar ordusu oluşmuştur.
19’ncu yüzyılda Ermeni İsyanlarını
önlemek için bey paşa yapılan ve “Hamidiye Alaylarının Paşaları” olarak da
bilinen Şafi Kürt aşiret reisleri devletin en üst mevkilerine getirilmişlerdir.
Kürt Nemrut Mustafa paşa gibi işbirlikçiler, işgal güçlerine veya Ermeni
çetelerine karşı savaşan Türk subay ve askerlerini resmen haçlı devletlerinin
emirleriyle idam etmişlerdir. Yozgat- Boğazlıyan kaymakamı Kemal bey bunun en
meşhur örneğidir. Devlet çarkının başına geçmiş Kürt aşiret reisleri ve onların
soyları bu güne kadar da bu yerlerini korumuşlardır.
“TürkiyeNato toprağıdır!” diyen başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, 1915’te Enver paşa
korkusuyla Gürcistan’a sığınıp, Batum’a yerleştirilmiş, 1917’de Adana Ermeni
isyanına Fransız üniforması giydirilerek savaştırılmış olan aslen Siirt Süryani’si
olan dedesini, dört yıl önceki “açılım siyasetleri” döneminde şöyle
anlatıyordu;
“Adana’da
zalim bir vali varmış! Haksızlıklara karşı dayanamayan dedem, ona karşı
savaşırken öldürülmüş!”
Batum neresi, Adana neresi? Telefon
yok televizyon yok! Olaylardan nasıl haberdar oldun da bu kadar kinlendin? 1200km
yolu at-eşeksırtında kat edip Adana’ya gidecek kadar başbakanın dedesini
kızdıracak ne olmuş? Diye soran yoksa da ben cevabını vereyim!
1917 Kasım ayında General Allenby
komutasındaki İngilizler, Alman Liman Von Sanders paşa-Cemal Paşa’nın ordusunu
yenerek Süveyş kanalını geçtiler ve Kudüs’e bayrak diktiler. Hatta Çanakkale’deki
Alman ortaklarımız bile “Kudüs Müslümanlardan kurtuldu!” diye şampanyalar
patlattılar.
İşte bu olayın arkasından, Enver paşanın
sürdüğü 500.000 Ermeni’nin 178.000’i Adana ve Urfa’ya gönderildi. O zamanı
Çarlık Rusya’sı da Gürcistan Tiflis’e yerleştirdiği 37.000 Yezidi Kürdü ile
Batum’a yerleştirdiği 68.000 Süryani’yi Anadolu’ya savaşa gönderdi. (Kynk-İsveç’te
A.P’ye sunulan 2003 Gürcistan Azınlık Raporu- Bu linkteki yazı bana aittir ve blogumdan kopyalanarak yayınlanmıştır. Akıl sahipleri düşünsünler!)
İşte başbakanın
dedesi de Türk ve Müslüman askerine Haçlı ordusu yanında kurşun sıkanlardandı.
Adana’daki sözde zalim (!) vali de Atatürk’ün
emriyle vatanını savunan bir Osmanlı paşasıydı. Atatürk’ün ölümünden sonra gene
iktidarı kapan bu işbirlikçiler her daim vatanı ve vatan evlatlarını eritecek
her projede önder oldular.
Evlilikleri düzenleyen Medeni Hukuk
ile cezaları düzenleyen Türk Ceza Kanununu oluşturan yasa metinlerinde çocuk
evlilikleri, töre cinayetleri gibi olaylarda ortaya çıkan ağır cezalık hallerde
indirimi koydurtan da bu devlet ve hükumet adamlarıdır.
Bu güne kadar devletin bütün
çıkarlarını 600 yıldır gizli-açık işbirliği yaptıkları sömürgeci Hıristiyan devletlerine
“iktidarları uğruna” peşkeş çeken, devlete asla vergi ve asker vermeyen, Türk
milletinin yüce gönüllülüğünü düzmece yardım kampanyalarıyla suiistimal ederek
soyan bu işbirlikçi azınlıkların kampanyalarına destek vermeyi nasıl doğru
bulabiliriz?
İster Alevi ister Sünni-Şafi maskeli
ister açıktan Süryani ve Yezidi olsunlar, 16’ncı yüzyılın Celali isyanlarından
(2.000.000’dan fazla kayıp), Atatürk döneminde 500.000 insanımızın kanına
girmiş, 26’sı ayrılıkçı Kürt, gerisi Ermeni ve gerici 120 kadar isyandan, son
30 yılda 50.000 vatan evladının gençliklerini mezarda geçirmesine sebep olan PKK
işbirlikçiliğine kadar her musibetin içinde olmuş ve bozuk dini yaşamlarını
değiştirmek gibi en ufak girişimleri de olmayan bu insanlara Türk Milleti ne
kadar yardım edebilir?
Merkezini Amerika ve İngiltere’ye
kurmuş olan küresel Yahudi Mason sermayesi, son 20’nci yüzyılı ”ulusal devlet”
modeli içinde, çok küçük azınlıkların nüfuslarını artırmaya ayırdı. 21’nci
yüzyıl başında da bu “mikro azınlıkları” devlet haline getirecek bölücü, yıkıcı
faaliyetlere girdi. 20’nci yüzyıl boyunca nüfusları arttırılırken, dinlerinden
kaynaklanan evlilik ilişkileri yüzünden çok sayıda sakat nüfusun ortaya çıkması
da engellenememiştir.
İstanbul’da başlayıp noktaladığım
polislik yaşamımda görevim gereği sayısız eve girdim ve sayısız bedensel
engelli gördüm. İster evlerde ister sokaklarda dilenenler ya da bir işle
uğraşanlar olsun hepsinin sakatlıklarının sebeplerini de bizzat kendilerinden
sordum.
Bu durumda bu sakatlıkları mikro
azınlıkların devlet olma, devleti ellerine geçirme, nüfus çoğunluğunu elde etme
gibi hıyanet dolu “sinsi egemenlik siyasetlerine” bağlamış oluyoruz.
Hem solcu (PKK), hem İslamcı (Nurculuk)
siyasetleri maske yaparak her türlü ırkçılık ve işbirlikçilik yapanların
arızalılarına karşı biz neden sorumluluk hissedelim!
Türk milletini imha etme siyasetleri uğruna
üretilmiş, doğurulmuş bu sakatlara niye Türk milleti veya onlardan olmayanlar
baksın?
Kim bunların karınca gibi çoğalmasına
neden olduysa onlar baksınlar!
Sakatların her zaman masum ve günahsız
olduklarını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; Benim iki anım var ki bunları
yalanlar;
Birincisi;
Bekâr olduğum yıllarda, Rus- Moskova’da
bir bürokratın karısı olduğunu ve üstüne
kadın tanımadığını iddia eden ve o kadar da güzel olan bir kadınla arkadaş
olmuştum. Eve götürmeye razı edip götürdüğünde, herkesin balkonda olduğunu görünce
onu sahile indirmiş ve bir kaç bira ile zamanı doldurmaya çalıştığım bir anda
bir sakat tekerlekli sandalyesinde gelen dilenci bir Kürdün dibimde bittiğini
gördüm.
-Bana beş milyon v er seni rahat
bırakayım! Sözünün doğrudan işitince çıldırdım ve;
-Böyle demeseydin sana para verirdim
ama bundan sonra zırnık alamazsın! Dedim.
Anında;
Senin ananı, avradını, çoluğunu
çocuğunu…” devam eden galez küfürler işittim.
O ana kadar zaten iki yetmişlik rakı
içmişim ki kimse beni ayık dahi olsam tutamazdı. Bu itin çenesine öyle bir
vurdum ki tekerlekli sandalyesiyle yere yapıştı.
Sonra arkadaşımı arabama alıp oradan
uzaklaşıp başka yere gittim.
İkincisi;
Bundan dört yıl kadar önceydi, babam
telefon açmış, acilen benimle görüşmek istediğini ve yanına gelmemi istemişti.
Ben en az bir haftalık giyecek
ihtiyacımı koyduğum valize eşimin evde ne var ne yok sıkıştırmasıyla 40 kg.
üzerine çıkan valizimle bir belediye otobüsüne binmiştim.
Otobüste kendime uygun yer bulmak için
orta boşluğa doğru giderken şoför birden frene basmış, ben de dengemi
kaybederek, valizimi oturan bir bayanın dizine çarptırdığım için özür
dilemiştim.
Ama o hanımın yanındaki Yezidi Kürdü
olduğu elleri ve yüzündeki dövmelerden anlaşılan yetmiş yaşlarındaki (Benden yirmi
yaş büyük) bir kadının tepkisine neden olmuştu.
Kadın;
-“Sen benim gelinime nasıl çarparsın,
soyun sopun kurusun şerefsiz, aşağılık köpek, orospu çocuğu…” hitabetini yapınca şaşkınlığımı
anında atarak;
-“Bu lafları söyleyen bir erkek
olsaydı onu şu an vururdum. Çeneni kapamazsan senin de kafanı otobüsün camıyla
bir yaparım. Canın çok kıymetliyse limuzin kirala şerefsiz karı!” diye tepki
göstermiştim.
Aynı anda beş altı tekerlekli sakat arabasına
ayağım çarptığı için bağıran bedensel engelli vatandaşımızın tepkisini duydum;
-“Ulan pezevenk görmüyor musun sakat
var! Önüne baksana hayvan, Orospu çocuğu!”
Allah aşkına sizi kim tutabilir o
anda!
Ona;
-“Ulan it oğlu it, ha o kadın trafik
bilmez, kazara belediye otobüsüne binmiştir de bu lafları etmiştir diyebilirim.
Ama sen aynı durumda değilsin. Şoförün fren yaptığını görmediysen hissetmedin
mi?
Aldığım cevap;
-“Hayvan arabamın kasasına çarptın,
senin ananı, avradını…” diye gidince;
Hiç sakatlığına bakmadan valizimi
unuttum ve gırtlağını sıktım verdim veriştirdim.
Kimse bu sakata yardım etmeye teşebbüs
dahi etmedi!
-“Ulan madem sakatsın sakat otobüsünü
bekle, beklemiyorsan olayları takip et. Bu millet sana sakatsın diye merhamet
ediyorsa bunu üstün çıkmak için kullanma. Yoksa seni gebertir, bu otobüsten
atarım! Öldürürüm lan seni!
İnanın kim, sadece sakat ve bedensel
veya akli sorunu var diye kendisine “ana avrat, kız, çoluk, çocuk küfür
ettirebilir?
Birisi sakat diye sizin ananıza,
karınıza, bacınıza, kızınıza, kendinize küfür etmeye hakkı var mıdır?
Bence yoktur. Hele hele toplumun
merhametiyle yaşayan bu insanların toplumdan insanlara üstünlük taslamalarına,
çoluk çocuklarına bu kadar sıradan adiyane olaylar için hiç kimsenin küfür
etmeye hakları yoktur.
Hiçbir sakatın, sağlıklı insanlara
herhangi bir duygusal nedenle kin gütmeye de hakları yoktur.
Bunu yapanların toplum tarafından en uygun
şekilde sağlıklı insanlara davranıldığı gibi davranılmasında da bir yanlışlık
yoktur.
Herkes sakatlığının sebebini önce anne
ve babasından sorgulamalıdır.
Sen, sapık bir cinsel ilişkinin
ürünüysen bunun sorumluluğunu topluma mal etmeye hakkın yoktur!
Ey sapık ilişkilerin ürünü olanlar ve
onları başımıza dert edenler!
Ellerinizi Türk milletinin cebinden,
yakasından, toprağından çekiniz!
Türk milleti kime yardım edeceğini
bilir! Sizlerin kampanyalarına ihtiyaçları yoktur!
İş, trafik kazaları, ehliyetsiz
sağlıkçılarını sinirlere sürekli vurdukları iğneler, ateşli hastalıklar sonucu
oluşan sakatlıkları toplum zaten kendi içinde bilmektedir. Onları da koruyup
gözetlemektedir. Bunların sayıları göze bile görünmez haldedir.
Takdir okuyanındır.
Saygılar!
Alaeddin Yavuz
A Ç I K L A M A ;
Polislik meslek hayatım boyunca asla
ırk, din, dil, milliyet ayrımı yapmadım. Halen de yapmak yanlısı değilim.
Polisliğe başladığım ilk yıllarımda
İstanbul Pendik Sapanbağları mahallesinde, kocası aklını yitirmiş, konu komşunun
bir işçi kamyonetine bindirip işe götürdüğü ve oralarda sadece gezindiği için
cebine yevmiye koyup evine götürüp teslim ettiği, bir gözü, kör, şişman,
hastalıklı, yerlerde halı kilim yerine gazete kâğıdı serili kiralık, eşyasız
bir evde oturan, dört çocuk sahibi, kiralık evlerinden, fakirlikleri yüzünden
kira almayan bir ev sahibinin merhametiyle yaşayan bir Kürt aileye sosyal
yardımlaşma fonundan maaş bağlatabilmek için başında olduğum mesleki hayatımı
tehlikeye atmıştım.
Maaş bağlanması için dilekçelerini ben
yazmıştım. Maaş bağlanmayınca kadını alıp Kartal Kaymakamlığına gidip bizzat
Kaymakama ağır sözler söylemiştim. Sonunda benim menfaat peşinde olmadığımı
anladıklarından olsa gerek bana işlem yapılmadı ama kadına da maaş
bağlanılmamıştı. Pendik Bahçelievler Mahallesi idaresinde olan bu aileye maaş
bağlanılması için Bulgaristan göçmeni olan zamanın muhtarının yardımını
istemiştim. O sonunda bu aileye maaş bağlatmıştı.
İstanbul’da polise gelen olayların %95’i
Kürtler tarafından işlenen olaylardır. Ben karakola gelen bir Türk gördüğümde
şaşırırdım. Çünkü onlar kendi sorunlarını çözebilecek beyne sahip insanlardı.
Gün geldi kendi kendime İngilizce
öğrendim (Orta-Lise eğitimim Fransızcaydı. 1976’da açtıkları “Soykırım Anıtı”
yüzünden Fransız dilini daha “15” yaşımdayken protesto etmiştim.)
İngilizce öğrendikten sonra İstanbul
Turizm polisinde görev verildi. Burada, bir Yunanlı polisin pasaport kaybı
olayında yardımcı olduğumda sırada bekleyen bir İngiliz turist bana şöyle
demişti;
-Siz
Yunanlılarla düşmansınız! Nasıl oluyor da sen bir Yunanlıya yardım
edebiliyorsun?
Cevabım da şuydu;
-Bu şahıs hakkında bana bir ihbar ulaşmadı.
Senin gibi pasaportunu kaybeden bir adam. Türk polisinden bir kayıp belgesi
istiyor. Ben de veriyorum!
İngiliz turist (yaşlıydı) şöyle
demişti;
-Babam I. Dünya savaşında savaşmış ünlü
bir İngiliz generalidir. Türklerin asil millet olduklarını ve boş şeylerle
sadece devletlerinin yıkılması için hak etmedikleri iftiralarla suçlandıklarını
anlatmıştı. Senin karakterinde de, gezdiğim Anadolu’daki Türklerin karakterinde
de bu asaleti gördüm! Dilerim bir gün yeryüzünü siz yönetirsiniz! Çünkü sizler
gerçekten adaletli insanlarsınız. Sıradan bir polis memuru olarak yaptığın bu
davranış sizin adaletinizi göstermiştir. Ne olur, bu çalıştığın yerde hep kal.
Türkleri çok kötü tanıyorlar! Ben savunamıyorum. Ama sen bana iyi bir delil
verdin! Hep böyle olun!
Bu turist, bunları bana Türkçe söylemişti!
Bu konuda daha yazabileceğim yüzlerce
anım vardır. 1987-1990 arasında geçen üç yıl içinde (1990’da şark hizmetine Tunceli’ye
gittim)bir Ermeni işadamı Kanadalı, bir Ermeni iş adamı Amerika New York’lu,
bir Yunan/Grek iş adamı New York’lu benim adıma o zamanın parasıyla 40.000 ABD
ve Kanada Doları olarak Yabancılar polisinin kabul ettiği bir hesaba benim dört
yıllık Üniversite eğitimim için para yatırmışlar ve bana “ACCEPTANCE” yani “kabul
belgesi” göndermişlerdi.
Bu belgeleri bizzat bana iş yerime
gelerek bu ülkelerin başkonsolosları iletmişlerdi.
Artı, yine İngiltere tabiiyetinde Yunan
kökenli bir iş adamı ile İngiliz kökenli bir iş adamı (Avustralya’da 30 kadar
işletmesi varmış) bizzat Üniversite eğitimi ve şahsi sekreterlik işleri
önermişlerdi.
Bütün bunları, onlara “ayırımcılık gözetmeden”
yaptığım görevim yüzünden önermişlerdi.
Hepsine verdiğim ortak cevap şuydu;
“Sizler beni Adnan Menderesler, Süleyman
Demireller, Bülent Ecevitler ve ötekileri gibi kullanacaksınız. Sizler
tarafından kullanılmaktansa ülkemde sıradan bir polis memuru olarak kalmayı
tercih ederim!”
Onlar da cevap gönderdiler, ortak
olarak verdikleri cevap şuydu;
“-Siz, bana insan olmayı, karşılıksız hizmet
etmeyi öğrettiniz. Teklifimiz sizin için halen geçerlidir. Sizden hiçbir çıkar
beklemiyoruz ve beklemeyeceğiz. Sadece sizin gibi bir insanın bu ülkede çürümesine
gönlüm razı almadı!”
Ben kabul etmedim halen buradayım.
Tekliflerini kabul etseydim belki şimdi çok daha iyi bir konumda olabilirdim.
Benim kişiliğimi seven o zamanların İngiltere
başkonsolosu Mr. R.S.V.P Woodrow beyefendi ben şark hizmetine gidinceye kadar hiçbir
menfaati olmadığı halde benimle arkadaşlık etmişti.
Bu örneklere İstanbul’daki o zamanın
en az “50” tane başkonsolosunu ekleyebilirsiniz.
Gene 1988-89 yılları arasında Fransa
pasaportlu, seyahat sigortasından para almak için Polis raporu almaya gelmiş Türk
düşmanı bir Ermeni ile Fransız –Türk ilişkilerini İngiliz dilinde
tartışıyorduk.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa
kralını İngiltere’den kurtarmak için, annesinin Kanuni’den yardım istemesi
üzerine İngiltere’ye yazdığı ve bu gün de İngiltere’nin “Barbarlık mektubu”
olarak müzelerinde sergilediği mektuptan yola çıkarak Napolyon Bonapart’ın 1798-99’da
Mısır’ı işgal ederek, iki ülkenin dostluğuna ihanet ettiği tartışmasını
yaptığımız bir anda, Fransa Başkonsolosluğundan Kültür Ateşesi bir hanımın
yanında pasaport kaybı için rapor almak üzere getirdiği bir Fransız iş adamı ile birlikte konuşmamıza şahit
olduğuna, bu kadının Türkçe olarak;
-“Memur Bey, bu sizin kendi görüşünüz
mü yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi görüşümü? Sorusuyla tanık olmuştum.
Ona;
-Ben polis memuruyum ve henüz devletim
resmi görüşlerini iletme yetkisini bana vermemiştir. Elbette şahsi görüşümdür!
Cevabını vermemden iki, üç saatlik
konuşmanın ve getirdiği misafirin işlerini yapmam dan sonra, bu kadın bana bir
teklifte bulunmuştu.
O zamanlar, benim maaşımın “100” ABD
doları altında olan aylık ücreti olan Fransız Kültür Derneğinde ücretsiz
Fransızca eğitimi ve ardından Fransa’da Üniversite eğitimi.
Bu teklifi de o an ret etmiştim ve
bana uymayan ve Ülkücü olan dört polis arkadaşımı bu derneğin kursuna kabul
etmişlerdi. Hiç birisinde beyin olmadığı için Fransızca öğrenememişlerdi.
O Ateşe kadının söylediği de daha başında
şu olmuştu;
-Alaeddin bey, bu teklifi sizin için
yaptım ama dört tane gönüllü çıktı. Şimdiden söylüyorum, bunlar başarılı
olamayacaklar! Benim istediğim sizsiniz! Sizi eğitirsek hem bizim hem de
ülkenizin insanları içi faydalı olabilirdiniz!
Bu ima bana sözünü ettiğim her
Başkonsolosluk tarafından yapıldı. Geçelim.
1999 yılında AGİT (Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği Toplantısı) öncesinde ABD başkanı demokrat Bill Clinton’un ön
heyetini ağırladığımda ABD başkonsolosluğu ile tanıştım ve hemen istifa etmem
kaydıyla o zamanın parasıyla 1.500 ABD doları aylıkla, işten atılmama garantisi
verilerek iş teklifi yapılmıştı. Bu teklifi emekli olduktan iki yıl sonra da
tekrar ettiler.
Ben onu da kabul etmedim.
Ben başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı da
hizmetlerinden dolayı sevmiştim. Bunu da “Amerika Nasıl Adam Seçiyor” olsa
gerek başlıklı yazımda yazmıştım.
Ama bu güne kadar RE.T.E’den gördüğümüz,
“Önemli olan boy değil soydur soy!”
ifadesine uygun, “mikro milliyetçilik”
açılımları ve Süryani- Yezidi iktidarını devletin başına musallat etmesinden
başka bir şey değildir.
Ortalıkta bu kadar “SOY GÜDEN” olduktan sonra, Türk
milletinin de kendisini savunma hakkı vardır. Bu savunma hakkı her canlının
sahip olduğu “Nefsi Müdafaa”
HAKKIDIR!
Lütfen yazılarımı bu anlam içinde
değerlendiriniz!
Siz adam olun soy gütmeyin ben de,
başka milletler de gütmesinler!
ADAM OLUN ADAM!