"Türkiye Türklerindir +40" Bloguna Hoş geldiniz!!!

Ey Türk Milleti!
Birinci vazifen seni İslamcılık ve Türkçülükle benliğinden koparan, Araplaştıran din, devlet, ticarette sana yer vermeyen, seni küçük dereceli askeri görevlere vererek ölüme süren, sana hocalık, başbuğluk eden hainlere giydirdiğin tacı geri almaktır. Bunu yapabilmen için seni uyandıracak her türlü bilgi ve belge mevcuttur. Ya özgürlüğünü kazan ya da öl. Kölelikle atalarının kemiklerini sızlatma. Arap Rumların ırkçı kinci ensest sapık dinlerinden çık. Kurtuluşun başlangıcı burasıdır. Aklen kurtulmadıkça saltanatın da olsa kölesindir unutma. Sen özgür birey olmadıkça kardeşliğin önemi yoktur. Devletin her yüksek kademesine göz dik yerini al. Tırsma. Çabala, savaş ve kazan! Birlikte yaşadığın kavimlerle kardeşlik o zaman daha güzel olacaktır. Alaeddin Yavuz

Tarih boyunca atalarımız günümüzdeki kadar, her türlü bilgiye ulaşabilecek böyle bir çağ yaşamadılar.
Bizler tümünden şanslıyız. Buna dayanarak, blog içerikleri binlerce yıldır doğru bilinenleri sorgulamaktadır.
İster bu bloğda, ister okulda, camide veya başka yerde hiçbir yazılanı, öğretileni “sorgulamadan, araştırmadan” doğru kabul etmeyiniz!
Vatan-Millet davası,hiçbir kurum veya kuruluşa havale edilemez, milletçe sahiplenilmedikçe hiç bir dava milli değildir.
Davasına sahip çıkmayan halk da millet değil sürüdür. Adilyargıç/Keykubat.

Blog yazılarının telif hakları-copyright © “adilyargic; adilyargicc; keykubat.blogspot.com ve keykubat.blogcu.com” rumuzlarıyla yazan Alaeddin Yavuz’a aittir.
Hala okumak istiyorsanız buyurunuz.

Saygılar, sevgiler!

Hakkımda

Fotoğrafım
Balıkesir , Bandırma , Türkiye
KENDİLERİ İÇİN PLAN YAPMAYAN MİLLETLER, BAŞKALARININ KENDİLERİ İÇİN YAPTIKLARI PLANLARA RAZI OLURLAR.Keykubat- ATATÜRK'TEN SONRA ÜLKEMİZDEN TÜRK ve MÜSLÜMAN HALKLAR İÇİN PLAN YAPAN ve EZİLEN HALKLARA ÖNDER OLACAK SİYASET İZLEYEN BİR LİDER ÇIKMAMIŞ, ARDILLARI,ONUN İZLEDİĞİ ANTİ EMPERYALİST SİYASETİ TERK ETMİŞ,DEVLETİ AB-D KUCAĞINA ATMIŞ VE ONLARA BAĞLILIĞI ATATÜRKÇÜLÜK SAYMIŞ,HALKIMIZIN DİNİ VE IRKİ DEĞERLERİNİ AŞAĞILAYARAK TAHRİK ETMİŞ, KADEMELİ OLARAK HALKIMIZI HIRİSTİYANLAŞTIRMAK İÇİN DIŞ GÜÇLERCE GİZLİ-AÇIK DESTEKLENEN SAPIK DİNCİ YAPILANMALARI GÜÇLENDİREREK,İKTİDARA TAŞIMIŞ,IRK,MEZHEP BAĞLAMINDA KARŞILIKLI DÜŞMANLIKLAR YARATMIŞ, ÜLKENİN KAYNAK VE SERMAYESİNİ YABANCILARA PEŞKEŞ ÇEKMİŞ,YUKARIDA SAYILAN AB-D PROJELERİNE GÖRE ASKERİ DARBELERLE KENDİ MİLLETİNİ SİNDİREREK BÖLÜNMENİN YAŞANDIĞI BÖYLE GÜNLERDE BİLE TEPKİSİZ KALMASINI SAĞLAYAN KORKU ORTAMINI HAZIRLAMIŞ,BENZER MUHTELİF İHANETLER İÇİNDE BİR ŞEKİLDE YER ALMIŞLARDIR.İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ GÜNÜN DURUMU BUDUR-Keykubat İNSAN,PRANGA VURULMAKLA,KIRBAÇLANARAK ÇALIŞTIRILMAKLA ESİR OLUR.ESİRLİĞİ YAŞAM BİÇİMİ OLARAK BENİMSERSE KÖLE OLUR. VATANINIZA,DEĞERLERİNİZE,ÖZGÜRLÜĞÜNÜZE SAHİP,HER TÜRLÜ EMPERYALİZME KARŞI ÇIKIN!!! Keykubat

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Translate

Bu Blogda Ara

23 Ekim 2012 Salı

KURBANDAN KURBAN BAYRAMINA TESPİTLER


KURBANDAN KURBAN BAYRAMINA TESPİTLER

KURBAN İSLÂM ÖNCESİ BİR GELENEKTİR.

İnsan kurbanı eski İran Mihri dini ve Zerdüştlüğünde, Zervanilik dinlerinde olduğu gibi Irak’ın Sümer, Babil, Suriye’nin Asur, Mısır’ın Ra, Hindistan’ın Brahmanizm, Greklerin Mitracılık dinlerinde uygulanan çok eski bir gelenekti. İnsan, hayvan kurbanı yanında, küçük kuşlardan Kumrulara kadar kurban, tahıl, tütsü adakları da yapılırdı. Tevrat Levililer bölümünde bunlar geniş olarak açıklanmıştır.

PUTLARA KURBAN KESME GELENEĞİ

İnsan kurbanını önce İran’da M.Ö 600’lerde Zerdüştlüğü takip eden Mitra dini kaldırmıştır. Aynı anda hayvan kurbanı ile erkeklere baş örtmeyi de birlikte kaldırmıştır. Onun ardından gelen ve adeta Mitra’nın Yahudi taklidi olan Roma İncilinin Haz. İsa’sı Hıristiyanlığı da aynı işlemi tekrar etmiştir.
İnsan ve hayvan kurbanının kaldırılması, İranlılar, Yahudiler ve Hıristiyanlığı kabul eden Greklere ve Roma halkının tapındığı tanrılarca yapıldığından, o tanrıların soyu olmayan kavimler insan ve hayvan kurbanı geleneğini sürdürmüşlerdir. Hicaz Araplarının insan ve hayvan kurbanlarını sürdürmesinin sebebi de bu inançtır. 
Bir başak insan kurbanı Hint-Günümüz

İslâm öncesi Hicaz (Mekke-Medine-Taif bölgesi) Arapları, 360 kadar puta taparlardı. Bu putların taştan işlemeli, işlemesiz heykelleri vardı. Bunların 160 tanesinin Kâbe içinde, diğer 180’ininde Kudayt’ta Nahle ovasında, Taif’te bulundukları Kur’an tefsirlerinde ve en eski İslâm bilginlerinden İbnî İshak’ın “Kitab-ül Asnam” (Putlar Kitabı) ’nda geçer. Necm Suresi 20-24 ayet tefsirlerinde de birçok tefsirci bu bilgileri verir.

Hac zamanı veya Kâbe’ye yapılan herhangi bir ziyaret esnasında olduğu gibi, adak kurbanları da adanan putlara her zaman kesilirdi. Bu, zorunlu ibadet gereği olan veya adak kurbanlar zamanlarında yapılırlardı. İslâm’da da hac dışında kesilen, hayır, bağış, zekât gibi işler için kurban kesilmesi gerektiği Kur’an Hac, Enam, Maide gibi surelerde anlatılmaktadır. 

Putlara İnsan Kurbanı;
İslâm öncesi Mecusilerde, İnsan yerine "10" deve kurbanı, "1" insan kanının yerini tutmaktadır;

Hz. Muhammed'in dedesi Abdülmutallip'in (1) Hz. Muhammed'in babası Abdullah'ı (2) adak olarak Kâbe’de Hubel Put’una (Allah) kurban etme olayı vardır. Gençliğinde Abdülmutallip’in çocuğu olmaz. 10 oğlu iki kızı olan kardeşine özenir.

İçinden “Hey Allah’ım bana da kardeşim gibi 10 erkek çocuk verirsen birisini saba kurban edeceğim!”  diye adakta bulunur. Zaman geçer kardeşi kadar çocukları olur, büyürler. Abdullah (Allah’ın kölesi demektir) en küçükleri ve en çok sevdiği oğludur. Gün gelir rüyasında Allah verdiği söz üzerine ondan evlatlarından birisini kurban ister. Evlatlarını kaybetme endişesine kapılan Abdülmutallip ne kadar pişman olsa da yapacak şey yoktur. Olan çocuklarını Alla putunun verdiğine inandığından istediği kurbanı da vermekten başka çaresi yoktur.

Kâbe’de ibadetleri yürüten, her yıl Nevruz bayramında Allah ile cinsel ilişkiye girerek ondan çocuk doğurduğuna, Allah’tan gizli bilgiler öğrendiğine ve mucizevi yetenekleri olduğuna inandıkları başrahibe olan Kâhine çocuklarını alarak gider. Durumu anlatır. Kâhin, Kâbe’de başta Allah ve öteki putların ortasına geçer. Ortasında top bulunan bir oku yere koyar. Çocukları daire şeklinde dizer. Oku çevirir ve ok art arda üç kez Abdullah’ı gösterir. Böylece Abdullah’ın kurbanlığı kesinleşir. İşte sorun da burada başlar.

Abdullah annesi Fatıma’nın tek oğludur. Bu yüzden Fatma, eşinin tek oğlunu öldürerek kendisinin karılık haklarını elinden almak için kocasının plan yaptığından kuşkulanır. Abdülmutallip’in Abdullah’ı kurban etmesini engellemek için kendi kabilesinin ileri gelenleri ile birlikte Kâbe’nin avlusuna girer. Kabilenin ileri gelenlerinin itirazları üzerine, karşılığında bir bedel ödenerek Abdullah’ın kurtarılması için tekrar Kâhine danışmaya karar verilir. Abdulmutallip, Abdullah ve bir oğlunu da alarak doğduğu şehir olan Yesrib’e (Medine’ye) gider. Aradığı kâhin Hayber’e gitmiştir. Kâhini bulurlar ve kadın olan bu kâhin gece ruhlarla konuşup sabah bilgi vereceğini söyler. Sabahleyin de “insan karşılığı kan bedeli” miktarını sorar. Miktar “on devedir”.

Develer ile Abdullah arasında ikisinden birini gösterecek şekilde ortaya geçen falcı “kan bedeli” olan 10 deve ile kuraya başlar.10 kez Abdullah’ın kurban edilmesi yönünde ok gelir.11.kezinde ok develeri gösterir. Üç kez daha art arda ok develeri gösterince “Tanrının kanaati” olarak kabul edilir ve Abdullah kurban edilmekten kurtulur ve 130 deve kan bedeli kurban kesilir. Hz. Muhammed de bu kan bedeli sonrası kurtulan babadan olmadır. Yani Yahudiler İbrahim ile insan kurban etmeyi bırakmışsa da İsmail soyu Mekke-çevresi Arapları ile diğer Arap kavimleri bu geleneği sürdürmüştür.
İsmail'İn kurbanını engelleyen melek
Bu olay aynen İbrahim peygamberin oğlu İsmail’in kurban olayını andırmaktadır. İbrahim’in “evladını kurban edecek kadar” kendisine bağlı olduğunu gören Allah, İsmail’in kurban edilmesini engellemek için nasıl koç gönderdiyse, bu olayda da Abdullah’ın başını kurtarmak için “130” deve” kesilmiştir.
Bu iki örneğin bütün Müslüman dünyasına vermesi gereken ileti şu olmalıdır. “İnsan başının kesilmemesi için “kurban”  kesilmelidir. Peygamber örnekleri bunu göstermektedir. Abdullah kesilseydi Muhammet diye bir peygamber de olmayacaktı.

Bir Abdullah "10" deve ediyorsa, bir deve de ederi kadar para fakirlere dağıtılarak daha fazla sevap işlenir. Zaten günümüzde kurban dağıtan yok. Kesip yiyorlar.

Hacca gidenlerin kurban kesmeleri “yolculuk ve doğuracağı yiyecek sorunlarının engellenmesi için” doğaldır. O dönemlerde İslâm öncesi de hac ibadetine açık olduğundan Mekke halkının geçimi zaten Hacılardan sağlanıyordu. Çöl ortasında kum ve taşlar arsında yaşayan, fare, kertenkele yiyen, deve sütünden başka şey bilmeyen Hicaz’ın çöl Arapları bu Hac ibadeti sayesinde karnını doyuruyor, yapılan kurban bağışlarıyla da et yiyor, para kazanıyordu.

Günümüz Mekkesi dünyanın en zengin petrol gelirlerine sahip olması yüzünden zenginleştiğinden, artık hacılara “can simidi” değil de “kurtulunması gereken yük” olarak bakmaktadır. Kesilen kurbanlar greyderlerle, kepçelerle açılan çukurlara doldurulmaktadır. Bu nedenle Mekke’ye gidip kurban keseceğine kendi ülkemizdeki “100.000” e yakın evsize ev, 10 milyona yakın işsize iş olmasa da birkaç apartman birleşerek en azından borçlarının kapatılması için kurbana ayrılacak paraların kullanılması daha hayırlı değil midir?
En azından, işsiz bir aile reisine, kendisini sevmezseniz, çaktırmadan bir çocukla “namınızı gizleyerek” gönderip yardım etseniz daha sevap değil midir?
Takdir sizlerindir.

KURBANIN VE KURBAN BAYRAMININ ANLAMI;

Kurban bayramının adı Arap dilinde “Eyd el Eda” olarak geçer. Arap diline Hint dilinden geçen “Eda” kelimesi “Kurban” demek olup, “İyd/Eyd” sözü de “Bayram” demektir.
Hint dil gruplarının konuşulduğu, Pakistan Urdu, Bengal Güney Pasifik ülkelerinde Endonezya, Malaya ülkelerinde “Eydul Eda-Aydulada” şeklinde söylenmektedir.

Sami dilleri olan Farsça’da “Eyde Gurban”, Tacikistan’da “Iydi Kurban”, Kazakistan’da “Kurban Ayt”, Uygurlarda “Kurban Eyit” çeşitli Hint dillerinden Bengal’de “Kurbanir İd” şeklindedir.
Afgan Peştu dilinde “Gurbaney Aktar”, Çince’de “Gerbang cie”, Malaya dillrinde “Hari Raya Kurban”, Filipinlerde “”Arav enci pag- Sasakripisyo”, Azericede “Kurban Bayramı, Tatarca’da “Kurban bayrami”, Bosna’da “Kurban Bayram”, Sind dilinde “Eyd Kurbani Vari” şeklinde söylenmektedir.

Araplar arasında Kurban Bayramına verilen adlardan birisi de “Eyd el Zuha’dır. “Eyd el Uzaiyya” şeklinde de söylenirmiş. “Zuha” Kurban anlamına da gelen bu kelimenin “Uzaiyya/uzaiyye (Kurban etmek)” kelimesinden türediği yazılmaktadır. Uzaiyya’nın da kökeninin, putperestlik döneminde Hicaz Araplarının Allah’ın kızlarından Uzza’ya kurban kestiklerinden, “Uzza’ya adanan/yaklaşan” anlamına geldiğini söylemek yanlış olmaz.

Kurban Arapça bir kelimedir ve “dini amaçla kesilen hayvan (veya insan)” şeklinde açıklanabileceği gibi, “Allah’a yaklaşmak” anlamındadır. Kurbanın amacı da zaten Allah’a yaklaşmak, onun rızasını kazanmaktır. Bizde bilinen yaygın anlamı birinci anlamıdır. Bu da en çok hayvan tüccarlarının hoşuna giden kısmıdır. Ülkemiz tarım ülkesi olduğundan, Kurban Bayramı hayvan yetiştiricilerinin bayramı olarak anılsa daha mantıklı yorumlanmış olur. Zaten günümüz şartlarında her iki dini bayram da geçim sıkıntısını iliğine kadar hisseden halkımızı, kredi kartlarına, banka kredilerine muhtaç edip borca sokmaktan başka bir işe yaramadığı tartışmasız kabul edilmektedir. Çocukluğumdan beri duyduğu tek şey;
-“Eyvah gene bayram yaklaşıyor, eve ne alacağız, çoluk çocuğa elbise, ebeveyn, hısım akraba ziyareti ne götüreceğiz, ne giyeceğiz, kurbanı neyle alacağız, konu komşuya mahcup olmaktan nasıl kurtulacağız, para nereden bulacağız? Kaygılarından başka şey değildir.

Şimdi okuyalım bakalım bu “Kurban” konusunda din ulemalarımız hangi tespitleri yapmışlar?
Kurban konusunda en belirgin ayetler Maide, Hac, Enam surelerinde yer almaktadır. Ben tümünü alma gereği duymadım. Arzu eden Elmalılı Tefsirini indirip okuyabilir.

Kur’an Maide (Sofra) Suresi 35. Ayeti;

5:35- “Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya yol arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz”.
Ayetinin tefsirinde geçen “Yaklaşma/Kurban” kelimesi şöyle açıklamaktadır;
“…Şu halde kötülüklerden kaçınmakla yetinmeyip, tam mânâsıyla korununuz da Allah'ın korumasına girmek ve affına ve rahmetine ermek için Allah'tan vesile de isteyin. Boş durmayıp, yalnız iman ve korku ile yetinmeyip, Allah'a yakınlık için vesile de arayınız…
…Dilimizde bilindiği üzere "vesile", kendisiyle bir gayeye ulaşılan, yani yaklaşılan sebep, yaklaşma sebebi demektir ki "mâbihittakarrub" (kendisiyle yaklaşılan şey)
mânâsına, sadece "kurbet" (yaklaşma) da denilir. Nitekim Hasen, Mücahid, Atâ, Abdullah b. Kesir gibi birçok selef tefsircileri "yani yakınlık" diye tefsir etmişlerdir…”
Kur’an Maide (Sofra) Suresi 27. Ayeti;
5:27- “Onlara Âdem'in iki oğluyla ilgili haberi hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, ötekine):" Seni öldüreceğim" demişti. Diğeri ise şöyle demişti: "Allah, yalnız kendisinden korkanlardan kabul eder".

Bu ayetin tefsirinde “Kurban” kelimesi “Allah’a yaklaşmak” olarak tercüme edilmiştir;


“…Bir zaman iki âdemoğlu birer kurban sunmuşlardı da, her nedense birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemiş idi. "Kurban", örfümüzde Allah'a yaklaşmak için kesilen kurbanlığa denirse, de asıl mânâsı Allah'a yaklaşmak için sunulan herhangi bir şey demektir ki, gerek kurbanlık ve gerek diğer sadakalardan daha geneldir…”
Şeklinde Elmalılı Hamdi Yazır yorum yapmıştır.
Yahudilerin yaptıkları "kan içen Allah" resmi. Allah, Yahudilerden
"İlk Doğan Çocuklar" yerine Levi soyunu kurban almıştı.
Bir Levili'nin icabına bakarken. İyi bakın.

Ayrıca devamında Kurban’ı kesecek kişinin Allah’a inancında yüreğinde şüphesi, kuşkusu, hoşnutsuzluğu olmayan, günahtan kaçınan, günah ve haramlardan uzak duran, dini akidelere göre yaşayan insan olması gerektiğini de okuyoruz. Yani bir insan istediği kadar Müslüman olsun, işi gücü yalan, dolan hile hurda, yankesicilik, dolandırıcılık, fahiş fiyatla mal satma, devlet malını zimmetine geçirme, halkını soyan, kendi çıkarları uğruna devleti savaşa sokan, fitne çıkartan, gayrimüslümlerle iş yapıp, onları üstün kendi halkını soydurup aşağılatan devlet adamları, siyasetçiler, işçisinin hakkını gasp eden işverenler, Allah hakkında yüreğinde şek/şüphe barındıran, başkalarına karşı kinci, fesat duygular taşıyan, toplum ilişkilerinde sorunlu olan ve daha nice soysuz ve şerefsizlikler içinde boğulan kişi için yapılsa da geçerli olmayan bir ibadettir. Okuyalım;

“…Tefsircilerin çoğu bu iki Âdemoğlu, Hz. Âdem'in oğulları olan Kâbil ile Hâbil olduğunu söylemişler, Hasen ve Dahhâk ise kıssanın sonundaki "bundan dolayıdır ki" âyetinin karinesiyle bunların İsrailoğulları'ndan iki şahıs olduğunu söylemişlerdir…”
“…Herhangi bir delil ile birinin kurbanının kabulü, diğerinin ise kabul edilmeyişi anlaşılınca, kurbanı kabul edilmeyen diğerini çekemeyerek, yemin olsun ki, seni öldüreceğim, dedi. Öbürü de dedi ki: Allah ancak yeterince korunanlardan kabul eder.”

Kurban kesecek kişinin, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun yaşantı sürüp, haramlardan, günahlardan sakınan insan olma gereği apaçık vurgulanmıştır.
Günümüz şartlarında yetmiş üç milyonluk ülkemizde bu şartlara uygun yaşayan bir insanın bile olduğuna inanmıyorum. Yani, birbirinize gösteriş olsun diye boşuna hayvan katliamı yapmayınız.
İki, “kurban=Allah’a yaklaşma” olayının ille de bir zavallı hayvanın boğazlanması ve mangalda, tencerede hazırlanıp ilkembe-i kübraya indirilmesi de gerekli değilmiş. Bu fakir, muhtaç insanlara yardım şeklinde ya da düşünebileceğiniz bir başka hayır şeklinde de olabiliyormuş!
İlla da benim kurban kesmem gerekir diyorsanız okumaya devam ediniz!

Hayvan Kurbanı;
Maide 5:4-4- Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi çekilen" ve mesela "bi'smi'l-lâti ve'l-uzzâ" (Lât ve Uzzâ'nın ismiyle) denilen ki, beraberinde "Bismillah" gerek denilsin ve gerek denilmesin. Bu da Allah'tan başkası adına kesildiği için haramdır. Hayvanı yaratan, insanın emrine veren ve buna onu kesmek hak ve kudretini lütfeden Allah olduğu halde, o hayvanı Allah'tan başkasının adına kesmek büyük bir zulüm, bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da manevî ve hukukî durumuyla murdar ve haramdır.

Maide 5:10 - Dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlananlar. Bu kısım, "Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi çekilenler." üzerine atfolunmuştur, bu da haramdır. Demek ki her kesme, şer'î kesme değildir.

NUSUB, " mansub" (dikilmiş) mânâsına tekil, veya "nisab"ın veya "nusbe" nin çoğuludur, bunun çoğulu da "ensab" gelir. Bazı tefsirciler bunu "asnâm" (putlar) diye tefsir etmişlerdir. Fakat diğerleri "asnâm" ile "ensab"ın farkını göstermişlerdir. Şöyle ki "asnâm", resimli ve nakışlı taşlar, putlardır. "Nusub" ise dikili taşlardır ki, resimli veya nakışlı olması şart değildir, vesen (put) gibidir. 

Nitekim Adiy b. Hâtim boynunda haç ile geldiği zaman Peygamberimiz : " Boynundan şu putu at" buyurmuş, haç'a vesen demişti. Demek ki "Nusub" resimli ve nakışlı olması şart olmayarak evsan (putlar) kabilinden hürmet için konulmuş ve dikilmiş taşlardır ki, zamanımızda "âkide" derler. Bunlar tek parça bir taştan, ibaret olabileceği gibi, birçok taşların birleşmesinden de olabilir ve sadece bir yığın halinde de bulunabilir. "Nusub"ın tekil ve çoğul olması düşüncesi de bundandır. "Ensab" da birçok nusublar demektir.

Kısaca cahiliye devrinde Kâbe'nin etrafında böyle dikilmiş veya konulmuş birtakım taşlar vardı ki, bunlara hürmet ve tazim ederler ve üzerlerinde kurban keserlerdi. Hatta bunlara bile kurban keserlerdi. Mekke'de olduğu gibi diğer Arap beldelerinde de böyle saygı ve hürmet edilen putlar vardı ki "Sa'd" dedikleri taş da bunlardan biri idi. İşte Mücahid, Katade ve diğerlerinin dedikleri gibi nusub (dikili taşlar) bu taşlardır. 

Mücahid'in açıklamasına göre cahiliye insanları bunların üzerinde kurban keserler ve isterlerse bunları daha hoşlarına giden diğer taşlarla da değiştirirledi.
İbnü Abbas hazretlerinden de : " Bunlar üzerinde kurban keserler ve bunlar üzerinde ihramdan çıkarlardı" diye nakledilmiştir

İbnü Cerir demiştir ki:" Bunlar asnâm (putlar) değildirler, sanem resimli olur. Bunlar ise üç yüz altmış kadar dikilmiş taşlardı. "Derler k i, üçyüzü Huzâa'da idi. Kurbanları kestikleri zaman, bunların Kabe'ye gelen taraflarına kanları serperler ve etleri yarıp bu taşların üstlerine korlardı.
İşte bütün bunları haram etmiştir. Bunlar ya açıktan açığadır veya o kabildendir, o manadadır. Bu şekilde iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi, "lâm" mânâsına olarak "putlar için boğazlanan" demektir. Fakat bunun, cümlesinden olduğu açıklamaya muhtaç değildir. 

Diğeri, "Putlara karşı, yani ona bir hürmeti içererek üzerinde veya dibinde ve yanında her ne adına olursa olsun kesilen" demektir ki, bu şekilde boğazlanırken dikili taşların veya putların veya diğer bir adın anılıp anılmamasından daha genel olur. Ve hatta dikili taşlar (putlar)a hürmet fikri beslemek üzere yalnız Allah'ın ismi anılsa bile yine haram olur.

Devlet Büyükleri veya Hatırlı Kişilere Kurban Haramdır;

Elmalılı Hamdi Yazır hoca devam ediyor;
Özetle her halde dikili taşlar (putlar) üzerinde ve üstünde kesilene mahsus değildir. Ve bununla yalnız kesilenin haram olması değil, bir kesme tarzının haram oluşu da açıklanmıştır. İşte bütün bu mânâlarla haram olduğundan dolayıdır ki, bir âmirin veya büyüklerden birinin gelişinden dolayı kurban kesmek haramdır

Ya da Elazığ Valisi Muammer Muşmal gibilere de kesmeyin. 
Cumbaba da olsa kesmeyin! 
Politikacıların insnaların kanlarına girdikleri 
yeter hayvanlar bari kusur kalsın!

Fakat Allah için misafire ikram veya fakirlere sadaka olarak dağıtmak üzere kesmek caizdir(Uygundur).

Bu konuda, devlet büyüklerinin veya etkili torpil bir kişiliğe sahip işkembesi, para kasaları büyük zâtların bir köyü, şehri, ülkeyi ziyaretleri esnasında onları karşılamak, hoş tutmak için kurban kesmek İslâm’da “HARAMDIR”. Yani o kurbanın eti bile yenmez, demektir.
Ayrıca İslâm’i mezhepler arasında kurban, Sünni mezhebinde “vacip” yani kurban kestiğinde maddi olarak zorlanmayacak derecede mali durumu olan imanlı Müslümanlarca kesilmesi gereklidir.
Şii ve Şafilerde ise Sünnet olup, bazı Şii mezheplerinde “Sünnet-i Lâzım” yani “yapılması gerekli sünnet” olarak kabul edilmektedir.

LEŞ SAYILAN VE YENİLMEYECEK HAYVAN ETLERİ

Şu halde burada dini bakımdan leşin kısımlarından bazıları şu şekilde açıklanıyor:
3- "Çeşitli hayvanlar size helal kılındı", fakat size şunlar haram edildi.
1. Meyt e, (leş yani, kesilmeden ölen, daha doğrusu tezkiyesiz ölen.) Meyte, canlı karşılığı ölü demek değil, hiç bir haricî tesir olmadan ölen demek de değil, mezbuh (kesilmiş) karşılığı ölü, "kesilmeden ruhu ayrılan" tam şer'i mânâsıyla söylenecek olursa karşılığı ölüdür ki, aşağıda gelecek olan "ancak tezkiye ettikleriniz" ifadesi bu karşılığı gösterecektir.

2- Dem, yani kan ki, maksad akıtılmış kan olduğu diğer bir yerde, bu cümleden olarak En'am sûresi 145. nci âyette açıklanmıştır. Meyte (leş) meyte, kan da kan olduğu için bizzat kendileri pis ve haramdırlar. Fakat kanın böyle haram oluşu şunu anlatır ki, leşin haram olmasında, akabilecek kanın tamamen içinde kalmış olmasının da az çok bir hissesi vardır. Ve leşin mânâsına bu dâhildir. Bazı müşrikler leşi yerler ve "Kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü niçin yemiyorsunuz?" derlermiş. Aynı şekilde kanı bağırsaklara doldururlar ve kızartır misafirlerine yedirirlermiş.
Allah'ın kızlarının heykelleri

3- Domuz eti ki, En'am sûresinde "Muhakkak o pistir" (En'am, 6/145) buyurulduğu üzere domuzun kendisi aynen pistir. Domuz eti de, domuz eti olduğu için bizzat haramdır. Domuz kendisi genel mânâda haram olduğu halde, burada denilmeyip de (domuz eti) denilmesi aşağıdaki tezkiye istisnasına bunun için bir ilgisi olamayacağını iyice anlatmak içindir.

4- Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi çekilen" ve mesela "bi'smi'l-lâti ve'l-uzzâ" (Lât ve Uzzâ'nın* ismiyle) denilen ki, beraberinde "Bismillah" gerek denilsin ve gerek denilmesin. Bu da Allah'tan başkası adına kesildiği için haramdır. Hayvanı yaratan, insanın emrine veren ve buna onu kesmek hak ve kudretini lütfeden Allah olduğu halde, o hayvanı Allah'tan başkasının adına kesmek büyük bir zulüm, bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da manevî ve hukukî durumuyla murdar ve haramdır.

Bu dört, esastır. Bundan sonrakiler, dinen bunların şumülüne dahildir. Onun için birçok âyetlerde yalnız bunların zikredilmesiyle yetinilmiştir. Fakat cahiliye devrinde bir takım kimseler leşi yemedikleri halde, leşi "bir harici tesiri olmaksızın kendi kendine ölen" diye kabul ederler ve gerçekte leş kabilinden olan, gelecekte görüleceği üzere ölüleri yerlerdi ki, Müslümanlar dışında böyle kimseler hala vardır. Şu halde burada dini bakımdan leşin kısımlarından bazı l arı şu şekilde açıklanıyor:


Sabilerin Aşera'sı, Hicaz'ın Uzza'sı, cennetten kovulmuş Dişi şeytan
5 - Boğulan, yani gerek takıldığı iple ve gerek kement ile ve gerek el ile ve gerek ağaç ve taş arasına sıkışarak, özetle herhangi bir şekilde nefesi tıkanarak boğulup ölen.
6- Vurulmuş, yani yakından veya uzaktan her hangi bir darbe ile vurulup ölmüş olan.
7- Tereddi eden, yani yüksekten aşağı veya bir kuyuya, bir suya düşüp ölen.
8- Tosuşan, yani süsülmüş ve süsmüş olan. At veya diğer bir hayvan tekmesiyle ölen de bu mânâda olmakla beraber, daha önce mevkûze (vurulmuş) de dÂhildir.
9- Canavarın yediği, yırtıcı bir hayvan tarafından telef edilen. Belki bundan maksat hayvanın boğazına giden değil, artığı ve hatta yırttığıdır.

SEBU', nâb denilen sivri dişleri bulunan arslan, kaplan, kurt, köpek ve diğerleri gibi âdet olarak saldıran, kapan, yırtan, öldüren her hangi bir yırtıcı hayvan demektir ki, pençe denilir. Pençesi bulunan yırtıcı kuşlar da aynı mânâda dâhildir. 

Dilimizde canavar (cânver) ismi üç mânâda kullanılmıştır. Biri, canlı mânâsına, genelde hayvan demektir ki, bu kullanış şimdi kalmamış denecek kadar azdır. İkincisi özellikle domuza veya kurda söylenmesidir ki, kara canavar, boz canavar diye ayrılır. Üçüncüsü cana saldıran yırtıcı hayvan demektir, örfümüzde canavarın asıl mânâsı budur. "Sebu" da bu demektir. 

Cahiliye devrinde leşi yemeyenler içinde de münhanika" (boğulup ölen) dan buraya kadar sayılan beş ölüyü yiyenler bulunuyordu. Nitekim bugün Hıristiyanlar domuz etini yedikleri, gibi, darbe ile vurularak ölen (mevkuzey)i de yerler ve özellikle domuzu tepesinden ağır bir demirle vurarak yerler. Güya bunları, dâhili bir sebeple ölmeyip, bir insan veya hayvan fiil ve tesiriyle ölmüş olduklarından leş gibi değil, kesilmiş gibi telakki ederler. Halbuki bunların beşi de kesmek suretiyle kanları akıtılmamış olduğundan tamamen leştirler ve haramdırlar.

Bir gün peygamber camide halkla konuşurken Allah’a yaklaşmanın yollarını, ibadetin, zekâtın, fitrenin, sadak ve öteki iyiliklerin faziletlerini anlatırken cemaatten birisi çıkıp şöyle der;

Müslümanlar: “Ey Allah'ın Resulü, cahiliye halkı Kabe'ye kan ile saygı gösterirlerdi. Bu ise bize daha çok layık değil mi?” demişler. Peygamberimiz "hayır" dememişti. Bunun üzerine "Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız ona ulaşır". (Hacc, 22/37) âyeti inmiştir." 
1950'de Filistin Hazoır'da "Ay Tanrısı" tapınağı kazıolarından çıkartlan, göğsünde "Hilal Ay" bulunan  20.cm yükseklğinde Allah putu. Buna kan akıtıp, kurban kesiyorlarmış. Dört değil tek resimdir.
Aynı kazıda çıkartılan "Hilal Ay-Yıldız ",onlara açılmış dua eden eller

Böylece Müslümanlarda “Kurban geleneği” Zerdüştlerde, Hıristiyanlarda olduğu gibi kaldırılamadı. Müslümanlar yeryüzünde yaygın olarak kurban kesen bir topluluk olarak kaldılar! Bu konudaki kuvvetli kanıtın nedir derseniz birincisi yukarıdaki Maide Suresi 10. Ayetin tefsirini yapan Elmalılı kullandığı kaynakta “peygamberin “hayır” demediğini belirtmesidir.

Levhanın solunda Mekke, ortasında "Sadece Müslümanlar!" (düz ok), 
sağındaki ok  "Gayrimüslümler! uyarısı. Mekke "Harem" olduğundan 
"sadece Müslümanların girebileceği" yerdir! Levha bunu anlatır.

İkincisine gelince peygamberin belki de en büyük amacı Rum Suresi tefsirinde de geçtiği gibi kendi kavmini Yahudi ve Hıristiyanlara yamayarak onları “Kur’anla” birlikte “Kitap ehli” kavimler arasına sokmaktı. Yahudilerin bazı mezhepleri ve Hıristiyanlar kurban kesmezler. O çağlarda Mecusi, Yezidi olan Hicaz Araplarının inançlarında “okuryazarlık” yasak olduğundan, diğer kavimlerde de okul eğitimi devlet adamlarının ve çok güçlülerin bile değil sadece ruhbanlar ile saray mensuplarının tekelinde olduğundan, en çok bilgi sahibi olan topluluk Yahudiler ile Hristiyanlardı.  Bu durumda Kurban ve erkeklerde örtünmeyi kaldıracağı kesindi diyebiliyorum. O Hicaz Araplarının yetiştirdiği en büyük reformcuydu. Bu reformculuğunun delili de İslâm ile “İnsan Kurbanının” son bulmasıdır. Muhammed, babasının çektiklerini başkaları çekmesin diye Hicaz Araplarını hiç olmazsa bu sapık gelenekten kurtarmıştır.

Onun ölümünden sonra geçen 1400 yıl içinde kendi ülkesinde, onun reformlarından memnun olmayanlar devleti idareyi, dini ele geçirmişlerdir. Onlardan halen Suudi evlendirme bakanı olan bir Vehhabi olan Ahmet El Mubi’nin “Muhammed, Ayşe ile “6” yaşında evlemiştir. Ailesinin rızası varsa “bir günlük çocukla bile evlenilir” fetvası veren cinsi sapık, peygamberin ilk karısı Hz. Hatice’nin peygamberden “15” yaş büyük olduğunu gündeme getirip de gençlerin ekonomik durumlarını düzeltmek için de olsa kendilerinden yaşça büyük hanımlarla evlenebileceklerini niye tartışmaz?

Ya da, peygamber zamanında savaş ganimeti olan kız çocukları ile köle çocuklarına daha doğar doğmaz cinsel tacizde bulunan Sabi Yezidi atalarının bu sapıklığını “6” yaştan gerdek için “9” yaşına kadar çıkartarak çıtayı yükseltmesini örnek alarak ülkesinde çocuk evliliklerini neden yasaklamazlar?
Çünkü bunlar Muhammed Müslümanı değil, onun bıraktıklarını ölümünden sonra tahrip eden Muaviye, Yezid serisi halife çocuklarının, Mekke’ye sürdüğü Mervanilerin soyundan gelen İngiliz istihbarat masalarında hazırlanmış İslâm-ı yaşayan “Hıristiyanlaşmış” sapıklardır.

Kendi sapık şehevi duygularına hitap edecek yasal düzenlemeleri öne çıkartan bu sapıkların da sapıklıklarının da kökenleri altı bin yıl geriye giden antik çağ dinlerine dayanmaktadır. Kendileri ne halt ederlerse etsinler ama insanları da rahat bıraksınlar. Çocuklar çocukluklarını yaşasın, üniversite eğitimlerine kadar doya doya gençliklerinin tatlarını çıkartsınlar.

Kendi saçmalıklarını, sapık arzularını topluma “tanrı emri” diye şırınga eden sapık devlet adamları İslâm dünyasını olduğundan çirkin ve iğrenç göstermektedirler. Evlilik konusunda olduğu gibi Kurban konusunda da, Müslüman ülkelerin sergiledikleri “hayvan katliamı” görüntülerinin sorumluları, Kur’an’ın tanıdığı “geniş yorum olanağının” hayvan tüccarlarınca, onlardan olan veya işbirliği yapan din simsarlarınca üstünün örtülmesinden başka nedir?
Pakistan'da toplu kurban sahnesi

İşte yabancı ülkelerde Müslüman düşmanlığı propagandasında kullanılan Ahmet El Mubi gibi sapıkların sayesinde hem peygamber hem de Müslümanların “pedofili=çocuk seviciliği/kulamparalık” suçlamaları yanında Kurban kesimi resimleri de önemli oranda İslâm düşmanlığını arttırmakta etkilidir. 
Filistin'den bir kurban sahnesi
Malezya'da dağıtılan bayram etlerinin hali (Bizde böyle dağıtma da kalmadı)

ABD-NATO ordularının 2003 Irak işgal harekâtının tam da “Kurban bayramında” yapılması, işbirlikçi AKP hükumetinde “Başka ülkelerin topraklarında şehit olan Amerikan askerleri için duacıyız” şeklinde yorumlanırken, Türk milleti ve öteki Müslümanlar arasında resmen “Haçlı Seferi” olarak yorumlanmıştır. 
Resim linki

Ama batı dünyası ile gayrimüslüm dünyada Amerika ve NATO “mazlum hayvancıkların kurtarıcısı” olmuş, + PUAN ALMIŞTIR.

Tayyip ve A. Gül'ün dua ettikleri "cesur ABD askerinin Iraklılara bakışı1

Ve Tayyip'in duacı olduğu "Cesur Amerikan" askeri görev başında  Üç milyon kadın, çocuğa tecavüz yetmedi "Develere de Tecavüz"!

Amerikan askerlerinin erkek-dişi-hayvan ayırmdan işledikleri tecavüz olayları

Beyoğlu'nda eşcinsel "İNSAN HAKLARI" sapıkları yürüten Üniversitelerde LGTB kulüpleri kurulsun diye yasalar çıkartan Amerika'nın bu işlerden sorumlu dış işleri bakanı Hillary Clinton Irak'ta Amerikan askerlerinin yarattığı bu manzaryı görmüyor. Çünkü ONLAR İNSAN DEĞİL HERHALDE?

Bizim RE.T.E ve Gül'ün ve Hillery'nin duacı oldukları  "Cessur Amerikan" askerlerinin tecavüzüne uğrayan bu Iraklı kız acaba zevke gelmiştir? Olabilir mi sayın RE.T.E?
 Irak'ı geçin Japonya'da bile Amrikan solcırlarının teccavüz mağdurlar isyanlarda!
Amerikan ordusu Cinsi terörist! Yazılı
Bu da 100 yıllık ABD kolonisi Filipinlerden;

"Kadınlarımıza,çocuklarımıza tecavüzü durdurun!" ile yukarıdaki ifade yazılı.

Wikileaks belgeleri Irak cezaevlerinde 40.000 Iraklıya tecavüz edildiği geçiyor.

Tayyip'in, Gül'ün Cessur (!) Amerikan solcırları komşumuz Iraklı erkeklere işkence ve tecavüz işleriyle meşgul!


 Aslında sapık hillary'ye böyle bir tecavüz iyi gelir mi acaba?

Cesur Amerikan Solcırları için duacı olan devlet adamlarımız, Fetoş hocamız ve sayın Hillary, Irak, Libya ve diğer milletleirn halklarına layık gördüğünüz yukarıdaki tecavüzleri yerinde bulup onayladığınızda dolayı sizlerinde böyle arzularınız olduğu anlamını çıkartıyoruz. Peki, bu arzularınızı yatıştırmak için, Amerikan solcırlarının mı yoksa bu aslanın mı tecavüzünü tercih edersiniz?


Aslında gerçek yüzleri bu!

 Ve adalaetleri de, demokrasileri de kendileri gibi!
Bu Filistin karikatürü, İsrali tanıkının altında ezilen Filistinli'yi suçlu ilan eden İsrail Yargısını öne çıkartmış! Bunlar da "Kurbandır!

İslâmı onunla bununla ılıtacağınıza, ticari, dünyevi hırslarınızdan arınarak, 1400 yıl önce yapılmış Kur’an tefsirlerini günümüz şartlarında ihtiyaçlara göre adam gibi, özünü bozmadan, adalet,, insanlık onuruna yakışan, tabiatı, hayvan ve bitkileriyle koruyacak şekilde yanlışlar düzeltilse fena mı olur?
İyi olur da bizdeki “reformcuların beyinleri” 1400 yıl öncekilerden daha da geride bir anlayışı temsil ettiğinden bunun şu an önerilmesi bile abesle iştigaldir. Bu yüzden, din “halka devletçe dayatılan bir zorunluluk” olduğuna göre, bu dini, cinsi bozuklukları, yanlışları en iyi düzeltecek olan halkın ta kendisidir.

Afgan Talibanlarından insan kurbanı manzaraları!

Takdir sizlerindir.

 Alaeddin Yavuz

keykubat /adilyargic/ adilyargicc


Açıklamalar;
1-Abdülmutallip, “Talip’in sadık kölesi” demektir. Yemen Sabilerinin Ay Tanrısının adı Talip’tir. Abdülmutallip, adından da belli olduğu gibi Yemenli Adnani kabilesindendir.
2-Kâbe’nin baş putu “Allah’ın kölesi” demektir. Gene Allah adının, İslâm öncesi Hicaz Araplarında “Abdullah” (Allah’ın kölesi) yer aldığına dair bir başka örneği Kur’an Enam Suresi “7. Ayet” tefsirinden verelim;
Enam Suresi 6:7; 7-“Ey Muhammed biz yukardan senin üzerine kâğıtta yazılı mücessem bir kitap indirseydik de, onlar gözleriyle gördükten başka, ona elleriyle de dokunsaydılar, o küfre alışmış olanlar mutlaka, "Bu açık bir sihirden başka bir şey değil" derlerdi”. Kaydı, dokunma hissinin, görme hissinden daha yakın ve daha kuvvetli olduğunu ve yalnız gözün aldanabileceği yerde dokunmanın aldanmayacağını işaret eder.
Bu âyetin iniş sebebi Abdullah b. Ebi Ümeyye olmuştur. Resulullah'a karşı açıkça inat ederek, "Sana iman etmem, tâ ki göğe çıkasın, sonra bir kitap indiresin ki, onda; 'Aziz olan Allah'dan Abdullah b. Ebi Ümeyye'ye' diye yazılmış olsun ve bana, seni tasdik etmemi emretsin ve bununla beraber bunu da yapsan tasdik edeceğimi sanmıyorum" demişti. Fakat sonra iman etmiş ve Tâif'te şehit olmuştur…”
Şimdi önce hayvan kurbanını görelim ki Kurban Bayramı arifesinde belki birilerinin işine yarayacak bir şeyler öğrenebilsin;

*Allah ve Kızları= Hıristiyanlık ve İslâmiyet’e kadar bütün dinlerin bir kavmi vardı. Her dinin bir tanrısı ve onun soyundan gelen milleti vardı (Feodalite). Hicaz Mecusileri/Yezidileri, Harran ve Yemen Sabiliği kökenli inanışları vardı. Ay tanrısı Allah’ın kızı Uzza cennetten kovulmuş bilge çöl şeytanıydı. Hicaz Arapları onun soyundan ürediklerine inandıkları için her işe “Bi’smi’l-lâti ve’l Uzza” (Uzza’nın adıyla) diye başlarlardı. Besmele’nin kökeni Urfa/Harran Sabilerine uzanır. Harran Sabi Arapları da Allah’ın (Ay Tanrısı Sin’in adlarından biri) kızı El Roha/El Ruha adlı gökten düşmüş dişi şeytandan ürediklerine inanırlardı. Uzza’ya karşılık gelen bu şeytanın Lat ve Menat adlı iki kız kardeşi de vardı. M.Ö.2300 yıllarından Lübnan’da Petra halkının tanrıçalarıyla. “Bismillah” ve “Lailaheillallah” Harran Sabilerince dört bin yıldır bilinir. İslâm’dan 610 yıl eski olan Kudüs-Lübnan Hıristiyanları İsa’ya Allah nazarında tapındıkları için ona  İbn el Allah el Mesih” (Allah’ın Oğlu Mesih) şeklinde İsa peygamberi “Allah” adıyla anarlar. Oysa İslâm henüz “1400” yıllıktır. Muhammed de peygamberlik öncesi Mecusilikte dinden çıkmak sayılan “Öğle ve ikindi namazları” kıldığı için “Sabi Muhammed” olarak anılırdı. Amcası Ebu Süfyan ona bu namazları yasaklamıştır. Zira Ebu Süfyan da namaz kılardı. Mecusiler onu uzaktan görünce “Sebat et Nucüm” (Yıldız göründü) diye alay ederlerdi.(Necm Suresi tefsirine bakınız)  
İranlılar da Ahura Mazda’nın adıyla başlarlardı. İslâm öncesi “Allah” Kâbe’de bulunan putların en büyüğüydü. Diğer bilinen adı da “Hubel” dir. Lut peygamberin soyu olan Muavilerden Kâbeyi korumakla görevli Cürmühilerce Lüban’dan alınıp getirilmiştir. Üç kızı olduğu kabul edilirdi. “Allah’ın Kızları” ya da “Üç Ulu Kuğular“ adlarıyla anılırlardı. Savaşa giderken önce Allah putundan yardım dilenildikten sonra kılıç tanrıçası olan Uzza’nın putuna gelerek ondan da yardım dilenilirdi. Bunlar, El Lat (Güneş), El Uzza (Venüs/İştar) ve en yaşlıları olduğu kabul edilen Menat’tı (Ay). Necm Suresinde “melek” oldukları, meleklere “dişi” denilemeyeceği 19.20.,21.,22.,23.ayetlerde dile getirilmiştir. Bunlar Nahle (Hurma) ovasındaki vahada (su kenarı) bulunan üç semüre ağacında yaşayan “ağaç tanrıçalar” dı. Uzza’yı, peygamber Muhammed’in emriyle Halid Bin Velid boynunu kılıçla keserek öldürmüştür. Bu yüzden ona “Allah’ın Kılıcı” adı verilmiştir. Kur’an’da “Allah Suresi” adında bir sure yoktur. Kur’an “Rahman” adını getirmiştir. Er Rahman Suresi günümüz Kur’anında “55.Sure” olmasına karşın iniş sırasına göre “76.” Sıradadır. Mekke’nin fethinden sonra inmiştir. “Rahman” olan tanrıyı yarattığı insan, hayvan, gök cisimleri ve adalet hakkında bilgiler vermektedir. “Bismillahirrahmanirrahim” kelimesinin ilk geçtiği Fatiha suresinde tanrının “Rahman” olduğu açıkça ifade edilir. İlk inen 10 suresinde “Allah” adı geçmediği görülür.
Hatta Araplar, “Biz Rahman’ı bilmeyiz. Rahman’a inanmayız.” Diye açıkça tavırlarını koyarlar.  “Bize ulaşan bilgiye göre, sana öğreten (Tanrı değil), Yemame’deki şu adamdır. Rahman denen adam. Tanrı’ya ant içerek söyleriz ki, biz Rahman’a inanmayız.” (Bkz. Ibn Ishak, Siyer, tahkik ve ta’lik: Muhammed Hamidullah, Arapça, Konya, 1981, s.180, fıkra: 254)
Burada Rahman denen adamla kastedilen İslam’da Müseylime olarak tanınan Yemameli Rahman Müslim’dir. O da peygamberlik iddiasındaydı ve o da ayet yazardı. Muhtemelen Rahmancı haniflerdendi.
Meryem Suresi ile sıklıkla anılan “Rahman“ adı birden ardından gelem TA HA Suresinde yerini Kabe putu Hubel’in diğer adı olan El lah -Allah’a bırakır ve bu olay çok açık görülmektedir.
Arapların dayatmasıyla kabul edilmiştir.

18 Ekim 2012 Perşembe

TURKES PETROSYAN BULUSMASI PROJESI


TÜRKEŞ PETROSYAN BULUŞMASI PROJESİ


En solda Tuğrul Türkeş, Tansu Bleda, A.Türkeş, L.Petrosyan

Bu yazı Ermeni asıllı gazeteci Can Dündar’ın kaleminden yazılmıştır. O kadar Ülkücü, dindar, milliyetçi, Türkeş için ölecek gazeteci varken Türkeş’in bu gizli olayı bir Ermeni kökenli gazeteciyle paylaşması düşündürücüdür! 

Alaeddin Yavuz
keykubat /adilyargic/ adilyargicc



Şimdi alıntı yazıya geçelim;

12 yıl önce MHP lideri Türkeş ile Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan'ı Özararat buluşturdu. Atatürk'ün imzasını bir Ermeni'nin çizdiğini Türkeş'ten öğrenmek, Özararat'ı şaşkınlığa uğrattı


Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki kurulması için çaba harcanıyor bugün... Taraflar doğrudan ya da dolaylı nabız yokluyor. Ancak süreç çok yavaş işliyor. İki tarafta da cesaret sorunu var.
İki taraf da kendi "milliyetçiler"inin tepkisinden çekiniyor.
Oysa bu konuda en cesur adım, bundan 12 yıl önce atılmıştı.
Adımı atanlardan biri Türkiye ile ilişkilere sıcak bakan Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan'dı.
Diğeri ise "milliyetçilerin başbuğu" Alpaslan Türkeş...
Türkeş, Ermeni bir arabulucu vasıtasıyla 1993 yılı martında Fransa'da gizlice Petrosyan'la buluştu ve en hassas konuları konuştu.
Bu görüşme uzun süre basından ve kamuoyundan gizlendi.
İzleyen tarihlerde Türkeş başka Ermeni temsilcileriyle de gizli temaslar kurdu.
Devrede yine aynı arabulucu vardı.
Geçen hafta Salzburg'da düzenlenen "Türk-Ermeni tarihçileri buluşması"nda tanıştım o arabulucuyla...
12 yıl önceki toplantıda konuşulan konular ve çekilen fotoğraflar kendisine emanet edilmişti. O da bu emaneti yıllarca özenle saklamıştı.
Ancak bugün iki tarafın milliyetçilerince gerilen ortamda bu önemli buluşmayı anlatmanın yararlı olacağını anlattım.
Hak verdi.
Tuğrul Türkeş'ten ve Ter Petrosyan cephesinden izin aldı.
Ve bu yazı dizisinde göreceğiniz fotoğraflarla, okuyacağınız anıları Milliyet'e verdi.
Bu dizide, hem istenirse taraflar arasında nasıl ortak paydaların yaratılabildiğini hem de 12 yıl önce nasıl büyük bir fırsatın kaçırıldığını okuyacaksınız.

SAMSON ÖZARARAT ANLATIYOR:

'600 yıllık ilişkinin kazası'
1993 başıydı. Ermenistan bağımsızlığını ilan edeli 2 yıl olmuştu.
Erivan'a Rus yardımı kesilmiş, ülke kış ortasında buğdaysız kalmıştı. Amerika'dan gönderilen yardım ulaşana kadar ekmek kıtlığı baş gösterecekti.
Samson Özararat, o dönem Fransa'da, Avrupa'dan Ermenistan'a giden insani yardımları organize eden bir derneğin başkanıydı. Bu krizden bir işbirliği fırsatı yaratmayı düşündü: "Acaba Ermenistan'a gereken buğdayı Türkiye ödünç veremez miydi?"
Bu adım, Erivan'da bir sempati yaratırdı. Önerisini "en üst düzeyde" Türk yetkililere aktardı: "100 bin ton buğdaya ihtiyaçları var. Siz 200 bin ton yollayın, ilişkilerin önünü açın" dedi.
Türkiye kararsızlandı bir süre... "Milliyetçiler"in ve Azerilerin tepkisinden korktu. Bakü'nün nabzı yoklandı. "Ekmek söz konusuyken düşmanlığın lafı olmaz" cevabı geldi.
Bunun üzerine -biraz gecikmeyle- Erivan'a 41 bin ton buğday gönderildi.
İşte o dönemde Özararat, iktidarı tedirgin eden "Milliyetçiler buna ne der?" tepkisini bertaraf etmek niyetiyle bir temas arayışına girişti.
Madem ki engel olarak "milliyetçiler" görünüyordu, o halde önce onları ikna etmeliydi. Sorun ancak zıt kutupların birbirine yaklaşmasıyla çözülebilirdi.
Bir kutup, Alpaslan Türkeş'ti.
Önce Türkeş'in özel sekreteriyle tanıştı:
"Türkeş'le bu konuları konuşmayı arzu ediyorum" dedi. Bunun üzerine onu Paris'te Türkeş'in yakını bir emekli generalle tanıştırdılar. Derdini ona da anlattı. Birkaç gün sonra haber geldi:
"Türkeş sizi bekliyor!"

Sözü Türkeş aldı
1993 Şubat'ında Özararat Ankara'ya gitti. Sürmeli Oteli'ne yerleşti. Öğrencilik yıllarını geçirdiği Ankara'yı dolaştı biraz... Huzursuzdu.
"Ben eski ODTÜ'lüyüm. Sol sempatizanıydım. Türkeş'e karşı kin doluydum. Aklımdan hep eski dönemler geçiyordu. Korkuyordum. Sıkıntıdan midem bozuldu. Buluşmaya karnımda korkuyla gittim yani..."
Sonra MHP'liler aldı kendisini...
Bir eve götürüldü. Orada çay içtiler. Bir süre sonra oradan kalkıp başka bir eve gittiler. Bir çay da orada... Yine ev değişikliği...
Oradan gelip Tuğrul Türkeş aldı kendisini...
Nihayet Esat'taki işyerine geldi MHP lideri... Yanında bir milletvekili vardı. Özararat kendisini tanıttı, niyetini anlattı. Ve sözü Alpaslan Türkeş aldı:
"Konuşmasının başında, Türkiye-Ermeni ilişkilerini geniş bir perspektiften anlattı. 'Türklerin Ermenilerle ilişkisi 1915'te başlamamıştır. 600 senelik bir müşterekliğimiz var. Birlikte türküler, yemekler icat ettik. Kız aldık verdik' dedi ve bana sorular sormaya başladı:
'Malazgirt Savaşı'nı Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor musun?
'İstanbul'un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberin var mı?
'Fatih Sultan Mehmet'in Ermeni Patrikhanesini nasıl bir fermanla açtırdığından haberdar mısın?
'Çanakkale'de Atatürk'ün yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musun?
'Atatürk'ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan'a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydun?'"
'Atatürk'ün imzasını bir Ermeni güzel yazı hocasının çizdiğini duymuş muydun?'"

'Parmağımı ısırdım'
Özararat, üst üste gelen bu sorular karşısında şaşkına dönmüştü.
"Ben Türkiye'de okudum ama bunların hiçbirini duymamıştım" dedi.
Bunun üzerine Türkeş şunları söyledi:
"Tarihe böyle geniş bir perspektiften bakmak lazım. 1915 bu 600 yıllık ilişkinin bir kazasıdır. Olaylarda yabancı devletlerin çok dahli vardır. Buradaki insanları kullanmak istemişlerdir. Bizimkilerin de kabahatleri var, ama şimdi yapılması gereken bu kazayı telafi edip eski dostluğu devam ettirmektir."
Özararat, ilk defa Türkiye'den birisinden böyle bir yaklaşım işitiyordu. Üstelik konuşan, "milliyetçilerin başbuğu" olarak bilinen adamdı.
Şaşırmıştı. Parmağını ısırıyordu.
Türkeş "Ne yapıyorsun?" diye sordu.
"Duyduklarım doğru mu, rüya mı görüyorum diye parmağımı ısırıyorum" dedi Özararat...
Bunun üzerine Türkeş, Özararat'ı yanına çağırdı, yanaklarından öptü, "Çok dobra insanmışsın" dedi.
Bu yazı okunduğunda bu projenin ABD isteği ortaya çıkıyor1

'Anlatsam, inanmazlar'
Konuşma bitince Özararat, "Sayın Türkeş" dedi, "...Ben yetkisiz bir insanım. Bu dinlediklerimi anlatsam kimse inanmaz. Ama Ermenistan'dakilerin bilmesinde yarar var. Bu söylediklerinizi Ermenistan Cumhurbaşkanı'na da söyleyebilir misiniz?"
"Tabii söylerim" diye yanıtladı Türkeş...
Özararat, "Petrosyan, martta Paris'e gelecek. Kendisiyle görüşeyim, belki orada buluşabilirsiniz" diyerek ayrıldı.
Hemen telefon başına koştu. Önerisini Petrosyan'a iletti.
Erivan, teklifi incelemeye aldı.
Tereddütteydiler. MHP'nin geçmişi ürkütücüydü. Üstelik partinin oyu yüzde 10'un altındaydı. O yüzden bu görüşmenin etkili olup olmayacağından emin değildiler.
Özararat, "MHP'yi ikna etmek önemli" diye ısrar etti. Aynı sıralarda Türkeş de hem devleti hem de Azerbaycan yetkililerini gelişmelerden haberdar ediyordu. Böyle bir diyaloeun, sürmekte olan Azeri-Ermeni savaşına da çözüm getirebileceği umuduyla herkes destek verdi. Üstelik ortada bir de karşılıklı esirler sorunu vardı.
Nihayet Erivan'dan da görüşme kararı çıkmasıyla Paris buluşması kesinlik kazandı.

Paris'te bir otelde
Türkeş 12 Mart'ta geldi Paris'e...
Kendisini Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'in talimatıyla de Gaulle Havaalanı'nda Türkiye'nin Paris Büyükelçisi Tanşuğ Bleda ile birlikte Samson Özararat karşıladı.
Büyükelçinin arabasıyla Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan'ın kaldığı Crillon Otele geldiler.
Samson Özararat, Türkeş'in arabasının kapısını açarken heyecan içindeydi. 1915'ten beri ilk kez Türkiye Cumhuriyeti, Ermenistan'la hem de en üst düzeyde görüşecekti. Ve bu görüşme, onun girişimi sayesinde başarılmıştı.


TÜRKEŞ GÖRÜŞMEYE GELİYOR

12 Mart 1993... Paris'te Concorde Meydanı... Crillon Oteli'nin önü... MHP lideri Alpaslan Türkeş, Paris'teki Türk büyükelçisinin arabasından iniyor. Kapısını tutan Özararat gülümsüyor. Birazdan Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan'la buluşacaklar ve bu, bir ilk olacak.
Özararat kimdir?
1951 Konya doğumlu.
Konya 19 Mayıs İlkokulu'ndan mezun oldu. Merasimlerde mehter takımı davulcusu idi.
Ortaokulu İstanbul'da Saint Joseph'te, liseyi Ankara Fen Lisesi'nde okudu. Fen Lisesi'nde öğrenci birliği başkanıydı. 1970'lerin başında ODTÜ'de Endüstri Mühendisliği'ndeydi.
12 Mart döneminde yurtlardaki eylemlere katılıp stadyuma kapatılan öğrenciler arasındaydı. Yargılandı, beraat etti.
1974'te mezun olduktan sonra Türkiye Elektrik Kurumu'nda mühendis olarak çalışmaya başladı. Aynı dönemde yine ODTÜ'de iş idaresi dalında master yaptı. Ardından İstanbul'da Sabancı Holding'de (KORDSA) proje mühendisi olarak çalıştı.
Askerliğini 1979-80 yıllarında Deniz Harp Okulu Yön Eylem Araştırması bölümünde öğretim üyesi olarak tamamladı.
1980'de bir Fransız'la evlendi, Fransız vatandaşı oldu ve Nice'e yerleşti. İki çocuk sahibi oldu.
25 yıldır Fransa'da. Halen Ermenistan'a Avrupa'dan yapılan yardımları koordine eden "SOS-ARMENIE" adlı bir yardım kuruluşunun başkanı. Hem Fransız, hem Ermenistan pasaportu taşıyor.
Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan'a danışmanlık yaptı. Hem Ankara'da hem Erivan'da devletin üst düzey yetkilileriyle görüşebilmesiyle tanınıyor.
Samson Özararat anlatıyor:
'Türkeş, anıta çelenk koymayı bile düşündü'
"Türkeş, Türklerle Ermenilerin 600 yıllık dostluğunun yeniden kurulması için elinden geleni yapmaya hazırdı. Yaptığımız beyin fırtınası çalışmalarında, sınıra üzüntü bildiren bir anıt dikmeyi ve hatta Erivan'daki soykırım anıtına çelenk koymayı bile düşünüp tartıştık"
Türkeş'e yer verilmeyen devlet kitabı
Türkeş-Petrosyan görüşmesi saat 15.00'te başladı. Türkeş, Türkçe konuşuyor, oğlu Tuğrul rapor tutuyor, tercümanlar çeviriyordu. Ancak Devlet Başkanı'nın tepkilerinden Türkçe konuşmaları anladığı belli oluyordu.
Türkeş, Ermenistan ile Türkiye ve Azerbaycan arasındaki gerginliğin aşılması için elinden geleni yapmaya hazır olduğunu belirten bir iyi niyet konuşmasıyla açtı görüşmeyi... Ankara'nın pozisyonunu anlattı. Öncelikli amacı, tansiyonu düşürmek, işgale son verilmesi için nabız yoklamak ve uzun vadeli bir ilişkinin önünü açmaktı.
Petrosyan, cevap verirken "Cumhurbaşkanı Özal'ın, Başbakan Demirel'in ve bir muhalefet partisinin lideri olarak sizin aynı bakış açısına sahip olması, Türkiye'nin politikasındaki istikrarı gösteriyor" dedi. "Sovyetler'in çözülmesinden sonra Ankara, Türk cumhuriyetleriyle diplomatik ilişki tesis ederken Ermenistan'la diplomatik temasta geç kaldı, zaman yitirildi" diye yakındı.

Öneriler paketi
Bunun üzerine Türkeş, devam eden savaşla ilgili 6 maddelik bir öneriler paketi sundu:
1) Azerbaycan ve Ermenistan arasında hemen ateşkes sağlanması,
2) Ermeni askerlerinin Azeri topraklarından çekilmesi,
3) Her iki tarafın bugünkü sınırlar içinde birbirini tanıması ve diplomatik ilişki tesisi,
4) İç işlerine karışmadan ve toprak talebi olmaksızın temas,
5) Laçin koridorunun açılması, gözlemci heyetinin güvencesi ve denetiminde bulunması,
6) Karabağ sorununun ya daha sonraya ya da Minsk toplantısına bırakılarak meselenin ateşkes sonrası daha geniş zamanda ele alınması.

'İpek yolu kuralım'
Bu önerilerin ardından, Ermenistan'a dünyayla ticaret yapması için Türkiye'den transit kara ve deniz geçişi verilebileceğini söyledi.
Sonra da daha kapsamlı bir proje önerdi:
"Trans-Kafkasya Otoyolu".
İpek Yolu'nun ihyası anlamına gelen bu otoyol, Kafkasya'yı boydan boya kat edecek ve Ermenistan'dan geçecekti. Otoyola bir demiryolu da eşlik edecek, aynı hatta bir doğalgaz ve petrol boru hattı da yer alacaktı.
"Müşterek gerçekleştirilecek bu proje başka işbirliklerine kapı açar. Sınırlar açılır, yurttaşlarımız serbestçe birbirine gidip gelir, ticaret yaparlar. Bu durum bölgeye de huzur ve refah getirir" dedi.
Türkeş, bu görüşmede bir iyi niyet jesti olarak esirlerin karşılıklı serbest bırakılmasını sağlamayı umuyor, hatta derhal Erivan'a gidip hem Ermenistan'ı ziyaret etmeyi, hem de Azeri esirleri aldıktan sonra aynı uçakla Bakü'ye geçmeyi planlıyordu.
Petrosyan, "Biz önşartsız ateşkesi kabul ederiz, ancak şunu anlayın ki benim şartlarım ve kamuoyu önündeki durumum Elçibey'inkinden daha zordur" diye konuştu.
Karabağ'ın kendi ayrı yönetimi bulunduğunu belirtti. Buradakilerin çoğu zaman Ermenistan'la ters düştüklerini itiraf etti, "Ama onları da göz ardı edemeyiz" şeklinde konuştu.
Tuğrul Türkeş'in izlenimine göre, "Görüşmede Petrosyan daha uzlaşmacı bir tavır içindeydi. Buna karşın Dışişleri Bakanı daha ihtiyatlıydı. Görüşmenin sonuna doğru, ilişkiler çok daha iyi bir yere gidebilecekken, Papazyan'ın Petrosyan'a Ermenice bir şeyler söylemesiyle konular ertelendi."

Papazyan engeli
Petrosyan, "Biz önerilerinizi değerlendirelim" dedi ve 2.5 saat süren toplantı bitti.
Türkeş, çıkışta Samson Özararat'a umutsuz konuştu:
"Savaşın bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor"
Daha sonra Hulusi Turgut'a anlattığı anılarında ise ("Şahinlerin Dansı", ABC, 1995), "O görüşmede Papazyan bir karara varmamızı önledi. Bir ön anlaşma parafe etmeye imkân bırakmadı" diyecekti.
Görüşmede bulunan Büyükelçi Tanşuğ Bleda da anılarında (Maskeli Balo, Doğan K., 2000) "Buluşmanın yarattığı olumlu hava ve sürecin sonu gelmedi" diye yazdı:
"Daha Türkeş Paris'ten ayrılmadan Petrosyan'ın kontrol edemediği Taşnak güçleri Laçin koridoruna karşı saldırıya geçerek alınan tüm kararları geçersiz kıldılar."
'Sayın Türkeş, dünya tersine mi döndü?'
Alpaslan Türkeş, 12 Mart 1993 günü geldi Paris'e... Yanında oğlu Tuğrul Türkeş de vardı.
De Gaulle Havaalanı'nda onları, görüşmeyi organize eden Samson Özararat ve Türkiye'nin Paris Büyükelçisi Tanşuğ Bleda karşıladı. Elçinin makam arabasıyla büyükelçilik konutuna gittiler. Gece orada kalacaklardı. Türkeş, Paris'e gitmeden Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'e haber vermiş, hatta Dışişleri'nden son gelişmelere ilişkin bilgi almıştı. Ayrıca Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey'e de haber yollanmıştı. Ertesi gün görüşme öncesi büyükelçilikteki öğle yemeğine Samson Özararat da davet edildi. Sofraya otururken, Büyükelçi'nin eşi Erel Bleda, Türkeş'i baş köşeye buyur etti. Türkeş de en itibarlı koltuk sayılan sağındaki koltuğa Özararat'ı davet etti. Erel Bleda, Türkeş'in kızı Ayzıt'ın liseden sınıf arkadaşıydı. Bu tanışıklığın verdiği samimiyetle espri yaptı:

"Sayın Türkeş neler oluyor, dünya tersine mi döndü?"
'Oğlunuz mu? Allah bağışlasın!'
Türkeş-Petrosyan görüşmesi, 13 Mart günü öğleden sonra Ermenistan Devlet Başkanı'nın kaldığı Crillon Oteli'nde yapılacaktı.
Concorde Meydanı'ndaki otelde zirve için özel bir oda hazırlanmıştı.
Görüşmeye Türkeş'le birlikte Büyükelçi Tanşuğ Bleda, Elçilik Müsteşarı Menter Şahinler ve Tuğrul Türkeş katıldı.
Ermenistan tarafında ise, Dışişleri Bakanı Vahan Papazyan ve Dışişleri danışmanı, tarihçi Gerard Libaridian vardı.
Kapıdan girer girmez Türkeş, Petrosyan'la önce Büyükelçi Bleda'yı, sonra da oğlu Tuğrul'u tanıştırdı.
İşte ilk hayret verici gelişme o anda oldu.
Petrosyan önce İngilizce "Memnun oldum" dedi, sonra zihnini yokladı, Türkçeye döndü ve bir Ermeni Türkçesiyle:
"Nasıl diyorsunuz?" dedi, "...Allah saklasın mı?.. Yok, yok... Allah bağışlasın..."
Herkes şaşkına dönmüş, yüzler gülmüştü. Halep doğumlu olan Petrosyan, Antakyalı ailesinden hatırladığı sözcüklerle Türkçe konuşuyordu. Daha ilk adımda büyük jestti bu; Türkeş'in kamuoyundaki imajından dolayı Ermeni tarafındaki gerginliği de azaltan bir jest...
'Sınıra anıt dikmeyi konuştuk'

Samson Özararat anlatıyor:
"Paris dönüşü Türkeş'le birkaç kez yeniden buluşup neler yapılabileceğini konuştuk.
Kesin bir plan yapmadık. Bu, bir tür beyin fırtınasıydı. Değişik seçenekleri konuştuk aramızda... Karşılıklı diyaloğun çoğaltılmasını, gidip gelen heyetlerin artırılmasını düşündük. Sınırın açılmasını ve halklar arasında karşılıklı ziyaretlerin yapılmasını...
Hatta bir ara Türkeş'in Erivan'daki soykırım anıtına çelenk koymasını bile tartıştık.
Türk-Ermenistan sınırına 1915'te ölenlerin anısına müşterek bir anıt dikilmesi de konuşuldu. Anıtın Ermenistan'a bakan yüzünde Türkçe, Türkiye'ye bakan yüzünde ise Ermenice 'Verdiğimiz acılardan dolayı üzgünüz' yazacaktı."

Gerard Libaridian anlatıyor:
'Dönüm noktasıydı'
Ermenistan'ın o zamanki Devlet Başkanı Ter Petrosyan'ın Dışişleri Danışmanı ve Dışişleri Bakanlığı 1. Bakan Yardımcısı, tarihçi Gerard Libaridian'a toplantıya dair bugünkü fikrini sordum. Şöyle dedi:
"Harika bir toplantıydı. Çok önemliydi. Türkiye ile Ermenistan arasındaki devlet devlete ilişkiler açısından bir dönüm noktasıydı. Hele Türkiye'nin politik yelpazesinde Türkeş'in pozisyonu düşünülürse bu toplantı bizim için, daha popüler bir yetkiliyle görüşmekten de önemliydi. Türkiye'yle ilişkileri önkoşulsuz olarak normalleştirmek isteyen Ermenistan için Türkeş gibi bir liderin desteği çok önemliydi. Türkeş, devlet ilişkilerinin ve komşuluğun önemini bilen, sorunlara pratik çözümler arayan, son derece iyi niyetli bir devlet adamı pozisyonundaydı. Önce ateşkes ilan edip sorunları sonra ele alma önerisi de son derece gerçekçiydi. Bizi çok etkilemişti.

Papazyan değil, Elçibey
Neden bir çözüm çıkmadı? Türkeş, Dışişleri Bakanı'nı suçluyor.
Sorun Papazyan değildi. Devlet Başkanı ile Dışişleri Bakanı arasında bir anlaşmazlık da söz konusu değildi. Tersine çok da yardımcı oldu Papazyan. Asıl sorun şuydu: Biz, Ermenistan-Türkiye ilişkileriyle Ermenistan-Azerbaycan ilişkileri arasında bağlantı kurulmasını istemiyorduk. Ancak Türkeş'in sunuşundan bu ikisinin bağlantılı ele alındığı görülüyordu.
İkinci bir sorun daha vardı: Sayın Türkeş Türkiye'deki ve hatta Azerbaycan'daki yönetim adına konuşuyor gibi görünse de, özellikle ateşkese dair söylediklerinin Azerbaycan yönetiminin yaklaşımını yansıttığı kanısında değildik. Çünkü o dönemde ateşkes için pek çok öneri olmasına rağmen Elçibey bir ateşkes ilanına razı değildi. O bir askeri zaferle sonuca gitmeyi umuyordu. O yüzden Sayın Türkeş'in ve Türkiye hükümetinin iyi niyeti, Azerbaycan'ın ateşkes ilanına yeterli değildi.

Ya diğer konular?
Esir değişimi, karşılıklı iyi niyet jestleri yapmak... Bunlar temel konular değildi. Eğer Ermenistan hükümeti tarih konularını aşıp onun üzerinden geçerek 'Bakın biz komşuyuz, bağımsız devletleriz, normal ilişkiler kurmalıyız' diyebilseydi, bu, Azerbaycan ve Karabağ sorunu da dahil diğer sorunların da çok daha kolay yoldan çözümünü sağlayabilirdi. Ermenistan bunu yapamadığı gibi, Türk hükümeti de 1993'ten beri ne yazık ki diğer sorunlarımızın çözümünü Karabağ sorununa bağladı. Bu da zaten karmaşık olan bir sorunu daha da karmaşıklaştırdı.

O buluşmadan bugüne nasıl bir ders çıkarabiliriz?
Türkeş orada büyük bir devlet adamı pozisyonu gösterdi. Şunu gördük: Türkiye -hem de politik yelpazesinin bütün unsurlarıyla- devlet devlete temasa ve iyi komşuluk ilişkilerine hazır. Önerileri var. Bunları tartışmaya ve bizim karşı önerilerimizi dinlemeye hazır.

Bugün bu niye yapılamıyor? Cesaret ya da samimiyet sorunu mu var?
Hayır, şimdiki hükümetin de samimiyetle çözüm aradığını görüyorum. Çok zor bir sorunla baş etmeye çalışıyorlar. Ancak burada samimiyetten ziyade yaklaşıma ilişkin bir sorun var. O sorunun kökeninde de Türk dış politikasının Ermenistan'la ilişkileri Karabağ sorunuyla ilişkilendirme geleneği yatıyor.

'Son buluşma'dan önceki gece öldü

Türkeş, Ter-Petrosyan görüşmesinden sonra da Ermenilerle gizli temaslara devam etti. Son buluşması 1997 Nisanında olacaktı. Kendisine Ter-Petrosyan'dan bir mesaj getiren Özararat Ermenistan'ın kapalı sınır kapısından "özel izinle" yürüyerek geçti. Iğdır'da ülkücülerce karşılandı. Sabah Türkeş'le randevusu vardı. Ancak kendisi değil, ölüm haberi geldi.

1994 yılı Nisan ayı…
Yer: Frankfurt'taki Türk Başkonsolosluğu…
Kapıdan içeri Armen Sarkisyan girdi.
Türk diplomatlar gözlerine inanamadı.
Çünkü Sarkisyan Ermenistan'ın Avrupa'daki en kıdemli (Londra) büyükelçisiydi.
İlk kez bir Ermenistan temsilcisi Türk resmi binasına adım atıyordu.
Bu, diplomatik açıdan çok önemli bir işaretti.
İçeride onu Alpaslan Türkeş bekliyordu.
Yanında Bonn'daki Türk Büyükelçisi Onur Öymen ve elçilik maslahatgüzarı da vardı; tabii bütün bu süreci başlatan Samson Özararat da…


Willy Brand gibi
İlk buluşmanın üzerinden 1 yıl geçmişti.
Türkeş –devletin bilgisi dahilinde- girişimlerine devam ediyordu.
Buluşmada yine Türkiye ile Ermenistan arasında ilişki kurulması konuşuldu.
Sarkisyan, "Türkiye bir iyi niyet jesti yapsın" dedi. Yeni bağımsızlığına kavuşmuş olan Ermenistan'ın buğday ve enerji sıkıntısını dile getirdi:
"Ekonomik ambargoyu kaldırsanız, Ermenistan'la yiyecek, yakacak ticareti yapsanız iyi olmaz mı?"
Türkeş "Azerbaycan işgal altındayken bunu yapamayız" diye yanıtladı. Ter-Petrosyan'a söylediklerini tekrarladı:
"İşgali kaldırın. Ateşkese uyun. Esirleri geri verin. Çatışma dursun ki yol alalım".
Bunlar yapılırsa Karabağ sorununu uzun vadeye bırakıp ilişkilerin başlatılabileceğini dile getirdi.
Söz "soykırım"a gelince Türkeş yine sürpriz bir çıkış yaptı.
Samson Özararat anlatıyor:
"Orada Türkeş daha açık bir şekilde 'Geçmişle ilgili üzüntü duyduğunu' dile getirdi. Hatta öyle deyince Ermenistan büyükelçisi de "Samson söylediğinde kulaklarıma inanamamıştım' dedi: 'Şimdi sizi dinleyince anlıyorum ki, siz de galiba Willy Brand gibi tarihe geçeceksiniz'".

1995 yılının 23 Şubat'ı…
Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter-Petrosyan'ın Dışişleri Danışmanı Gerard Libaridian, Siyaset Enstitüsü'nün davetlisi olarak Türkiye'de…
Gece saat 22.45'te Ankara Hilton otelinde Tuğrul Türkeş'le buluştu. Görüşme gece 2'ye kadar sürdü. İşbirliği imkanları konuşuldu.

Flört başlıyor
Mesaj anlaşılmıştı.
Ankara-Erivan yakınlaşmasından rahatsız olacağı anlaşılan Moskova'yı bertaraf edecek formüller arandı.
Ve bu girişimlerin meyvesi kısa zamanda toplanmaya başladı.
Türk ve Ermeni işadamları arasında temaslar hızlandı. Bu temaslara Tuğrul Türkeş ile işadamı Cefi Kamhi öncülük ediyordu. Kamhi, yakınlaşma sürecinin kilit isimlerinden biriydi.
Fransa'daki kalburüstü Ermeni işadamları Paris'teki Türk Büyükelçiliğine davet edilip Türk girişimcilerle buluşturuldu. Ortak proje imkanları konuşuldu. Büyükelçi Tanşuğ Bleda'ya göre "daha ilk görüşmede ortaya çıkan ikili projelerin portresi 600 milyon doları bulmuştu".
Aynı faaliyet Ermenistan'da da yoğunlaşmıştı.
Orada da girişimleri Devlet Başkanı'nın ağabeyi ve Ermenistan'ın güçlü adamı Telman Ter-Petrosyan örgütlüyordu. Ermenistan üzerinden taşımacılık yapan bir Amerikan firmasının Türk ortaklarını çağırıp bir Türk-Ermeni iş konseyi kurmalarını önerdi.
Konsey 1997'de kuruldu.
Amerika istedikçe bu buluşmalar olsa da Rusya izin vermedikçe asla olmaz!

Hava sahası açıldı
O ara Türkeş, Kars'ın MHP'li belediye başkanını yokladı. Sınır ticareti için onlar da son derece hevesliydi. Sınır açılırsa Gürcistan'la olduğu gibi günlük ziyaretler yapmak mümkün hale gelecek, Kars'a büyük alışveriş merkezleri kurulacak, sınır ticareti sayesinde bölge insanı kalkınacaktı.
Ermeni tarafı İstanbul'a uçuş istiyordu. Talep Dışişleri'ne iletildi. O zamana dek THY uçakları mesela Bakü'ye uçarken Ermenistan hava sahasını kullanmıyor, Gürcistan'a dönüp yolu uzatıyordu.
Bir süre sonra Tuğrul Türkeş Bakü'ye uçarken Trabzon'u geçen uçağın kuzeye dönmeyip düz gittiğini ve Ermenistan hava sahasına girdiğini ve Bakü'ye daha çabuk vardığını fark etti:
"Bu çorbada benim de tuzum var" diye gülümsedi.
Bir süre sonra Erivan-İstanbul arasında da özel uçak seferleri başlayacak, bavul turizmi canlanacaktı.
İki ülke arasında diplomatik ilişki bulunmamasına ve ekonomik ambargo uygulanmasına rağmen iki tarafın göz yummasıyla dolaylı ticaret kısa sürede 150 milyon dolara ulaşacaktı.

Arabadaki Ermenice kaset
Bu dönemde Ermenistan'ın güçlü adamı Telman Ter-Petrosyan, Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısı için İstanbul'a geldi.
Geldiği gece Tuğrul Türkeş'in daveti üzerine korumaları da bırakıp birlikte Kireçburnu'na yemeğe gittiler. Yemek dönüşü Ter-Petrosyan'ı arabasına alan bir Türk işadamı Ermenice bir kaset taktı. Bu jest Ter-Petrosyan'ın çok hoşuna gitti. Şarkıya mırıldanarak eşlik etti.
Sonraki gelişinde Tuğrul Türkeş'e Civan Gasparyan'ın bir CD'sini hediye getirecekti.
Artık dost olmuşlardı.
Türkeş'in cenazesinde bir Ermeni

 Türkiye, "ASALA'yı eski ülkücüler mi durdurdu" tartışmasıyla çalkalanırken Türkeş, bambaşka arayışların içindeydi.
Samson Özararat'la sık sık buluşup durumu değerlendiriyorlardı.
Kafkasya'daki sorunların çözümü için bir "Kafkas federasyonu" kurulmasını planlıyordu.
"Bu kurulursa Karabağ, Abhazya problemleri çözülebilir" diyordu.
Daha ileri adımlar düşünüyorlardı.
Sıra Alpaslan Türkeş'in Erivan ziyaretine geliyordu.
Samson Özararat ve Cefi Kamhi arabulucu gibi çalışıyordu.
Özararat 1997 Mart'ında Erivan'da Telman Ter-Petrosyan'la buluştu. Ona ve cumhurbaşkanı Levon Ter- Petrosyan'a Türkeş'in önemini bir kez daha anlattı. Hatta Başbuğ'un yaşlandığını

hatırlatıp, "Acele edelim. O vefat ederse Türkiye ile diyalog en az 10 sene gecikir" dedi.
Ter-Petrosyan hak verdi.
Türkeş'e iletilmek üzere bir mesaj hazırladı:
"Görüşmelere devam edelim".
Özararat, hemen Türkeş'i arayıp randevu istedi.
Türkeş Almanya'da tedavi görüyordu. 2 Nisan'da dönecekti. İstanbul'a inip oradan Ankara'ya geçecekti.
"Ben de 2 Nisan'da bir toplantı için İstanbul'a geliyorum. Havaalanında buluşalım mı" dedi Özararat…
2 Nisan için randevulaştılar.

Casus filmi gibi
Ancak İstanbul'a doğrudan uçak yoktu. "Mesaj"ı bekletmemek için iki devletten izin alındı ve kapalı olan Markara-Alican sınır kapısı açıldı.
Samson Özararat, yanında bir arkadaşıyla birlikte "yasak sınır" sayılan Aras köprüsünü yürüyerek geçti.
Casus filmlerindeki gibi köprünün orta yerindeki sınır çizgisine kadar Ermeni askerlerin eşliğinde yürüdü. Orada onu Türk askeri karşıladı. Konyalı bir komutan "Hoş geldiniz hemşerim" dedi.
Sınırda MHP'den 3 ülkücü bekliyordu.
Iğdır'da birlikte çay içtiler. Sonra arabayla Erzurum'a geçtiler.
Özararat, 16.00 uçağıyla İstanbul'a uçacak ve Atatürk havalimanında Kıbrıs Havayolları'nın VIP salonunda Türkeş'le buluşacaktı.
Lakin saat 16.00 olduğu halde hala Erzurum'a varamamışlardı. Ülkücüler, Erzurum Ticaret Odası başkanını arayıp "Çok önemli bir konuk için bir miktar rötar" rica etti. Uçak 15 dakika bekledi. Ama "beklenen konuk" gelmeyince kalktı.
16.20'de Özararat kendi bineceği uçağın kalkışını izledi.
Türkeş'le telefon teması da kurulamayınca otobüse binip Ankara'ya yola çıktı. Gece boyu yol gidip sabah ilk uçakla İstanbul'a geçti, toplantıya katıldı.
O arada tam 6 saat alanda Özararat'ı bekleyen Türkeş de Ankara'ya uçmuştu.
Özararat sabahki Ankara uçağına bilet aldı.
Sabah Türkeş'le buluşup mesajı iletecekti.
Gece yorgun argın oteline geldi. Televizyonu açtı ve ekrandaki altyazıyı gördü:
"Alpaslan Türkeş hastaneye kaldırıldı".
Birkaç saat sonra Türkeş'in vefat haberi gelecekti.

Cenazede bir Ermeni
Samson Özararat, sabah Ankara'ya uçtu.
Türkeş'le görüşmek yerine cenazesine katılmak durumunda kaldı.
Kimse kendisini tanımıyordu.
Törene "Ben Tuğrul Türkeş'in arkadaşıyım" diyerek girebildi.
Cenazede "Ya Allah bismillah Allahu ekber" diye haykıran ülkücüler eşliğinde Tansu Çiller ile Meral Akşener'in arasında yürüdü.
Hem 5 yıl öncesine kadar nefret ederken birden sevmeye başladığı o lidere, hem de kaçan büyük fırsata yanıyordu.
Ama bir ay sonra, "komplo senaryoları" üretmesine yol açacak yeni bir haber daha aldı:
Görüşmeleri Türkeş'le birlikte örgütleyen ikinci isim, Telman Ter-Petrosyan da Türkeş'ten bir ay sonra ve aynı hastalıktan ölmüştü.
Kilit önemdeki iki ismin peşpeşe ölmesi öyle şaşırtıcıydı ki, Devlet Başkanı Ter-Petrosyan, ağabeyinin ölüm haberini aldığında ilk tepki olarak "Samson'a haber verin" diyecekti.
Özararat, bu kez de Erivan'a uçup Ter-Petrosyan'ın cenazesine katıldı.
Onlarla birlikte bir yakınlaşma umudunu da gömüyordu.
Tahmin ettiği gibi olacak ve 10 yıl, iki tarafta da o kadar cesur bir devlet adamı çıkmayacaktı.

TUĞRUL TÜRKEŞ ANLATIYOR
'TRT bizim hava durumunu da verse ne olur?'
Resim kaynağı

 Türkeş ile Ter-Petrosyan'ın Paris zirvesine katılan dönemin Petkim Yönetim Kurulu üyesi Tuğrul Türkeş, zirve sonrası gelişmeleri şöyle anlattı:
"Gece elçilikte görüşmeyi değerlendirirken saat 21.30'da telefon geldi. Ermenistan devlet başkanlığının protokol müdürü arayıp Başkanı'nın ağabeyi Telman Ter-Petrosyan'ın benimle görüşmek istediğini söyledi. Sanıyorum yine Samson Özararat'ın girişimiyle planlanmış bir buluşmaydı. Kayda geçmesi için büyükelçiden rica ettim, Müsteşar Menter Şahinler'i de benimle birlikte gönderdi.
"Görüşmede Sanayi Bakanı Ashot Safaryan da bulundu. Burada 3 saat daha çok ekonomik konuları tartıştık.

Erivan'ın hava durumu
"Çok olumlu ve insani bir yaklaşım içindelerdi. Hatta bir ara Telman Ter-Petrosyan şaka yollu 'Biz akşamları Türkiye televizyonlarına bakıyoruz, Bakü'nün, Tiflis'in her yerin hava durumu veriliyor, bir tek Erivan'ınki verilmiyor. Burada yağmur yağacaksa biz de bilsek ne olur ki' dedi. Ben dönüşte bu konuyu dönemin TRT Genel Müdürü Tayfun Akgüner'e ilettim. Ama o dönemde bir gelişme olmadı, şimdi Erivan'ı da veriyor televizyonlar...
"O günlerde Türk gazetelerinde Koç grubuna ait 1000 TIR'ın Ermenistan yol vermediği için geçemediği haberi vardı. Bu haberi yalanladılar. 'İstenirse hemen yol açarız' dediler.

1-2 koli düşse...
Türk TIR'ları Ermenistan üzerinden Kafkasya'ya geçerse yolun çok kısalacağını hatırlattım, Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ticaretin Ermenistan üzerinden yapılabilmesinin iki tarafa da büyük katkısı olacağını anlattım. Hatta orada bir latife yaptım; 'Buradan Orta Asya'ya gidecek Türk TIR'larının arkasından 1-2 koli bir şey düşse bile Ermenistan nüfusu düşünüldüğünde büyük bir ticari imkandır' dedim.
Bu görüşmeden hemen sonra Azerbaycan'a gidip rahmetli
Elçibey'e bütün görüşmeyi naklettim. Babam da gelişmeleri Türk devlet yetkililerine aktardı. Bunlar, Batılıların 'back channel contact' dedikleri türden geri plandaki altyapı çalışmalarıydı. Belki daha da fazlası olabilirdi ama taraflar cesur adım atmakta gecikti.

Koçaryan'la buluşma
Babam rahmetli olduktan sonra Levon Ter-Petrosyan da Devlet Başkanlığı'ndan ayrıldı. Kasım 1999'da Ermenistan'ın yeni Devlet Başkanı Koçaryan AGİT zirvesi için İstanbul'a geldi.
Samson Özararat, Koçaryan'ın bana başsağlığı dilemek istediğini haber verdi. 19 Kasım'da İstanbul'dan dönerken havaalanında ziyaret ettim kendisini… Görüşmenin başında espri yaptı:
"Samson bizim gayri resmi büyükelçimiz. Ama bazen benim nezdimde sizin avukatlığınıza da kalkışıyor" dedi.
"Aynı isimde mutabık isek bu da olumlu bir gelişmedir" dedim.
Koçaryan, Demirel'in Bakü'ye fazla yakın, Erivan'a ise mesafeli durmasından yakındı. "Türkiye iki ülkeye eşit mesafede durmalı" dedi.

'Diaspora tarihe takıldı'
Daha sonra çok ilginç bir saptama yaptı:
"İyi ilişkiler kurmak istiyoruz ama zorluklarımız var. Diasporadaki Ermeniler 3 nesildir Ermenistan'dan ayrılar. Onların düşüncelerini de dikkate almak zorundayız".
Daha sonra Cefi Kamhi ile Erivan'da görüştük …
Gördük ki, Türkiye çok cesaretle hareket ederse çok hızla yol almak mümkün oluyor.
Ne yazık ki, bu büyük fırsatı kaçırdık o dönemde…
-------------------------------------------------
18 Nisan 2010 yılında hazırladığım bu çalışmamı da okursanız her şeyin yerine oturacağını göreceksiniz!
http://keykubat.blogspot.com/2010/04/kibris-ve-soykirim-dumenleri.html#axzz29gAuznL0

Ve bu yazı sonuç olarak görülebilir;
http://keykubat.blogcu.com/yezidi-kongresinde-kurtler-yezidilikte-birlestiler/13040858