"Türkiye Türklerindir +40" Bloguna Hoş geldiniz!!!

Ey Türk Milleti!
Birinci vazifen seni İslamcılık ve Türkçülükle benliğinden koparan, Araplaştıran din, devlet, ticarette sana yer vermeyen, seni küçük dereceli askeri görevlere vererek ölüme süren, sana hocalık, başbuğluk eden hainlere giydirdiğin tacı geri almaktır. Bunu yapabilmen için seni uyandıracak her türlü bilgi ve belge mevcuttur. Ya özgürlüğünü kazan ya da öl. Kölelikle atalarının kemiklerini sızlatma. Arap Rumların ırkçı kinci ensest sapık dinlerinden çık. Kurtuluşun başlangıcı burasıdır. Aklen kurtulmadıkça saltanatın da olsa kölesindir unutma. Sen özgür birey olmadıkça kardeşliğin önemi yoktur. Devletin her yüksek kademesine göz dik yerini al. Tırsma. Çabala, savaş ve kazan! Birlikte yaşadığın kavimlerle kardeşlik o zaman daha güzel olacaktır. Alaeddin Yavuz

Tarih boyunca atalarımız günümüzdeki kadar, her türlü bilgiye ulaşabilecek böyle bir çağ yaşamadılar.
Bizler tümünden şanslıyız. Buna dayanarak, blog içerikleri binlerce yıldır doğru bilinenleri sorgulamaktadır.
İster bu bloğda, ister okulda, camide veya başka yerde hiçbir yazılanı, öğretileni “sorgulamadan, araştırmadan” doğru kabul etmeyiniz!
Vatan-Millet davası,hiçbir kurum veya kuruluşa havale edilemez, milletçe sahiplenilmedikçe hiç bir dava milli değildir.
Davasına sahip çıkmayan halk da millet değil sürüdür. Adilyargıç/Keykubat.

Blog yazılarının telif hakları-copyright © “adilyargic; adilyargicc; keykubat.blogspot.com ve keykubat.blogcu.com” rumuzlarıyla yazan Alaeddin Yavuz’a aittir.
Hala okumak istiyorsanız buyurunuz.

Saygılar, sevgiler!

Hakkımda

Fotoğrafım
Balıkesir , Bandırma , Türkiye
KENDİLERİ İÇİN PLAN YAPMAYAN MİLLETLER, BAŞKALARININ KENDİLERİ İÇİN YAPTIKLARI PLANLARA RAZI OLURLAR.Keykubat- ATATÜRK'TEN SONRA ÜLKEMİZDEN TÜRK ve MÜSLÜMAN HALKLAR İÇİN PLAN YAPAN ve EZİLEN HALKLARA ÖNDER OLACAK SİYASET İZLEYEN BİR LİDER ÇIKMAMIŞ, ARDILLARI,ONUN İZLEDİĞİ ANTİ EMPERYALİST SİYASETİ TERK ETMİŞ,DEVLETİ AB-D KUCAĞINA ATMIŞ VE ONLARA BAĞLILIĞI ATATÜRKÇÜLÜK SAYMIŞ,HALKIMIZIN DİNİ VE IRKİ DEĞERLERİNİ AŞAĞILAYARAK TAHRİK ETMİŞ, KADEMELİ OLARAK HALKIMIZI HIRİSTİYANLAŞTIRMAK İÇİN DIŞ GÜÇLERCE GİZLİ-AÇIK DESTEKLENEN SAPIK DİNCİ YAPILANMALARI GÜÇLENDİREREK,İKTİDARA TAŞIMIŞ,IRK,MEZHEP BAĞLAMINDA KARŞILIKLI DÜŞMANLIKLAR YARATMIŞ, ÜLKENİN KAYNAK VE SERMAYESİNİ YABANCILARA PEŞKEŞ ÇEKMİŞ,YUKARIDA SAYILAN AB-D PROJELERİNE GÖRE ASKERİ DARBELERLE KENDİ MİLLETİNİ SİNDİREREK BÖLÜNMENİN YAŞANDIĞI BÖYLE GÜNLERDE BİLE TEPKİSİZ KALMASINI SAĞLAYAN KORKU ORTAMINI HAZIRLAMIŞ,BENZER MUHTELİF İHANETLER İÇİNDE BİR ŞEKİLDE YER ALMIŞLARDIR.İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ GÜNÜN DURUMU BUDUR-Keykubat İNSAN,PRANGA VURULMAKLA,KIRBAÇLANARAK ÇALIŞTIRILMAKLA ESİR OLUR.ESİRLİĞİ YAŞAM BİÇİMİ OLARAK BENİMSERSE KÖLE OLUR. VATANINIZA,DEĞERLERİNİZE,ÖZGÜRLÜĞÜNÜZE SAHİP,HER TÜRLÜ EMPERYALİZME KARŞI ÇIKIN!!! Keykubat

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Translate

Bu Blogda Ara

30 Mart 2012 Cuma

ÇİLECİLİK HİNDULUKTAN İSLAM A


Çilecilik (Asceticism)

Yatağı Çivili Tahta olan "Çileci" bir Hint Fakiri
Asceticism Grek dilinde “σκησις, áskēsis,” uygulama veya eğitim anlamına gelir.
“Ascetic” zamiri eski Grek dilinde tecrübe, eğitim ve uygulama “askesis”  teriminden gelir. Ruhani veya dini amaçlara ulaşmak için kişinin kendi isteğiyle çeşitli dünyevi arzularından kendisini alıkoyma karakterine dayalı yaşam şeklini tanımlamaktadır. Hıristiyanlıkta “askesis”(çilecilik) kökleri antik çağ filozoflarının uygulamalarına dayanır. 
Çilecilik Hıristiyan Manastır yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğundan dolayı yazımıza konu edilmiştir.

İnanna
Şimdi İnanna’nın “The Thunder and Perfect Mind- Gök Gürültüsü ve Mükemmel Akıl” ilahi metnini işleyen yazar, Elizabeth Cunningham, İnanna’nın sözlerinin mistik yorumunu yaparken alenen “İnanna’ya Tapınmaya ve kültünü kısmen de olsa yaşamaya davet ediyor sanki? Okuyalım;

“En azından batı dünyasında bu gün yerlerini belirtmek istemediğim tanrıça ibadetinin bütün karanlığının yakınında tespit edilenler hakkında çok sayıda teoriler vardır. Dikkat çekmek istediğim o (her ne ve kimse (kadın) ) tekrar ortaya çıkan/zuhur eden olarak görünmektedir. Dağılmış olan arketiplerinin (örnek numunelerinin) bir araya toplanma zamanıdır. Onun en azından Roma Katolikleri arasında bâkire anne görünümünde tamamen ortadan kaybolmamıştır. Amerika ve İngiltere’nin öne çıkan Protestan kültürlerinde tanrıçanın kokusunun yokluğu ile geç Galler prensesi gibi bir kadının trajik pohpohlanmasını merak etmemek elimden gelmiyor. İnanıyorum ki bireysel ve ortak ruhumuzun sırasıyla, sadece kutsal bâkireye ya da bedeninden ayrılmış ilahi akla da değil, ama bir kutsal orospu, “şefkatli fahişe” gibi ilahi bir dişiye ihtiyacımız vardır.

Bu gün, (bazılarımızın isteyebileceğine rağmen) kutsal fahişeliğin uygulanabileceği tapınakları tanrıçalar için inşa etmemiz pek olası, kullanışlı görünmemektedir. Fakat kutsal fahişenin örnek tipini daha renkli bir ortama koyarak içinde onu kucaklamaya başlayabiliriz.
Hatta kendimizi, kültürümüzü, kendisini Harimtu olarak tanıtan İnanna’nın torunları olan, geçinmek için çalışan fahişeler üzerine yönelterek sınayabiliriz…”

Sümer, Babil, Asur, İran, Mısır, Arap, Grek, Hint dinlerinin temel ibadet şekli olan “Tapınak fahişeliği” ülkeye bereket ve bolluk vermesi için tapınakta “tanrı ile ilişkiye giren rahibe, rahip” kültüne dayalıdır. Zamanla tarnının yerini kral-rahibe ilişkisi almış. Dinlere gore tanrılar bu dünyadan ayrıldıktan sonra da tabancılarla ilişkiye giren kutsal kadınlar ve erkeklerin barındırıldığı bu tapınaklar bir tür dini genel eve dönmüşlerdir.
Romalılar döneminde Serapis, Hermetizm ve Hırisityanlık ile son şeklini almış ve Hırisityanlıkta “Manastır Rahipliği ve rahibeliği, İslam’da hiç olmamasına ragmen peygamberin arkasından Yezidi Kureyş iktidarları özellikle Halife Yezid dönemlerinde “Tekke Fakirliği, Dervişliği” şeklinde Kabul görmüştür.

Yahudilik dahil Tevrat’ta üreyen Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin Roma, Bizans ve İslam imparatorluğu dönemlerinde kılıç, ağır vergi gibi her türlü zorlamalara ragmen bu dinler içinde farklı tarikatlar kurarak “o dindenmiş gibi” yapan mezhepler ve tarikatlar ile Sabilik, Mecusilik ve Yezidilik bir şekilde “dönmüş” gibi yaptıysa da bu dinlerden çok küçük bir azınlık her zaman “değişmeden” kalmayı başarmıştır.
En eskilerinden olan Sabileri kısaca görelim;

Sabiler hakkında geçmişin filozoflarından bazı tespitler;

Fırat nehrinde vaftiz (suya daldırılan) olan Sabiler.

Ali El Mesudi,(Irak-896-957) Harran Sabileri, Yunanlıların avam (aşağı halk) tabakasıdır. Felsefeleri, Mütekaddimun felsefesinin (Sünni-Selefi) haşeviye (Allah’a eş koşan) kısmı olduğunu söylemektedir.
İslam Ansiklopedisi yazarı Carra De Vaux, makalesinde, Sabi adının “s-b” kökünden geldiğini ve “suya daldırma-vaftiz” anlamına geldiğini yazmıştır.

Ebu Bekir El Kassas,(İ.S.980),”Kendilerine Sabi adı veren, Süryani dili konuşan, Harran bölgesinde yaşayan bir grup vardır ki hiçbir peygamberi kabul etmez, Allah’ın hiçbir kitabına inanmaz, kitap ehli değil, putperesttirler. Kestikleri yenmez, kadınları ile nikâh edilmez” demektedir.
Ay görününce oruca başlanması ve izleyen ayın başında bitmesi geleneği, İslamiyet’ten önce Sabiler arasında görülmektedir.
Muhammed öncesi Hicaz Arapları da ay kültü dine sahiptiler. Diğer dinlerin tersine, Araplarda ay, erkek, güneş dişiydi.”

Filistin Kıptilerinde İnanna/İştar/ Aşera Tapınak Fahişeliği Kültü ve Allah;

“Universite des ciences Humaines de Strasbourg”  Strasbourg Üniversitesi İnsan Bilimleri, Din ve Tarih Araştırmaları bölümünden Fransız yazar Jacques E. Menard’ın internette yayınlanan “Les Textes de Nag Hammadi” Nag Hammadi Metinleri adlı kitabının 102. sayfasında Sabilerin ve Sabilikten etkilenen Kenan/Filistin, Lübnan bölgesi ve İsa’nın memleketi Nasıra Yahudilerinin dini inançlarında “Tapınak Fahişeliği kültü” hakkında şu tespitlerini Türkçemize çevirdim;

Sabi kadınları Fırat nehrinde vaftiz ayini
“Korkunç Büyük Ana’nın olumsuz görüntüleri, insanları sıklıkla günaha teşvik eden, kışkırtan, Mandean (Harran Sabileri) ayinlerini yapacak yaşamın elçilerini engellemek için stratejiler geliştiren, yedi gezegenin annesi dişi şeytan Ruha ’ya atfedilmiştir.

Mandean edebiyatında Ruha’nın esas tabiatın bazı kıvılcımlarını hala koruyan ruh ve dünyanın ışığına ait olduğunu kanıtlayan bazı paragraflar vardır.

“Universite des ciences Humaines de Strasbourg”  Strasbourg Üniversitesi İnsan Bilimleri, Din ve Tarih Araştırmaları bölümünden Fransız yazar Jacques E. Menard’ın internette yayınlanan “Les Textes de Nag Hammadi” Nag Hammadi Metinleri adlı kitabının 102. sayfasında Sabilerin ve Sabilikten etkilenen Kenan/Filistin, Lübnan bölgesi ve İsa’nın memleketi Nasıra Yahudilerinin dini inançlarında “Tapınak Fahişeliği kültü” hakkında şu tespitlerini Türkçemize çevirdim;

Mandeanların (Harran Irak Sabileri) Kutsal Dua Kitaplarında yaşamın açıklanmasına Ruha’ nın, kendisini cennetten kovan babası Allah’a tepkisini okuyoruz;
Değişiklik, uydurma iddiası olmasın diye metnin İngilizcesini de koydum;

Spirit (Ruha) lifted up her voice
She cried aloud and said “My Father, my father,
Why didst thou creat me? My God My God.
My ALLAH, why hast thou set me afar off
And cut me off and left me in the depths of the earthg
And in the nether glooms of darkness
So that I have strenght to rise up thither?

Türkçesi;
Ruh (Ruha) sesini yükseltti
Yüksek sesle bağırdı ve “ Babam, Babam”,
Beni neden yarattın? Tanrım, tanrım,
Allah’ım, beni uzaklara neden sürdün
Beni mahrum ettin ve yeryüzünün derinliklerine bıraktın
Ve karanlığın en alt karanlığına
Oraya çıkmaya gücüm olmasın diye?

Sabi kadınları köy yaşamında
*Not=Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde vet digger Osmanlı kaynaklarında Urfa adı geçmez. Urfa yerine Ruha veya Roha Sancağı adı geçmektedir. Ahmet Nezihi Turan tarafından Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkan "XVI.Yüzyılda RUHA (Urfa) Sancağı" adlı kitaba baktığınızda Urfa'nın Sabilerin merkezlerinden birisi olduğunu ve okuduğunuz kaynağın boş olmadığını göreceksiniz! Bu delil sayesinde Sabilerin şeytanının babasının da "Allah (El Lah) olduğunu öğrenmiş oldunuz! http://e-magaza.ttk.org.tr/switch.php?file=ProductInfo&cat_id=82&product_id=3329

Ruha, Gnostik Kabalizmin Shechina (Şekina) ve Sofya’sı gibi, ışığın krallığından mahrum edilmiş ve bu dünyaya sürülmüş olduğunu mükemmel olarak biliyordu. Bu Yahudi Aklının tahminlerinin çelişikliği, duygu karmaşası olarak da görünmektedir.
Ruha aynı zamanda, Bronte’deki Sofya’nın aziz ve fahişe olması, Simonyalı Gnostik Sofya’nın “Kutsal Ruh ve Orospu olması gibi Kutsal Ruh ve fahişe olarak da anılıyordu.”

Ruha’nın bu yakarışı bize Kürt Yezidi kutsal Kitabı Mushaf-ı Reş’in tanrısı cehennemde çektiği cezasından sonra bağışlanmış şeytan Ezd, Ezdi, Ezda, Yezid, Tavus’u, Zerdüşt’ün Ehriman’ını, Haz. İsa’yı (Kutsal ruh-oğul-kuzu İsa teslisi), Kuran’ın kovulmuş şeytanını hatırlatmaktadır ama burada geçen “Allah” adı ise İsa’nın babası Kutsal Ruh’u işaret etmektedir.

Önceki tespitlerimde de yazdığı gibi Harran Sabiliği Sümer, Akad, Babil dinlerinden doğmuştur. Ondan da Mitracılık, Zerdüştlük, Yahudilik, Hermetizm, Serapis dini, Hıristiyanlık ve İslamiyet doğmuştur.

Sabi köylüleri (Nasıralılar)
Burada dikkat edilmesi gerek önemli nokta geçmişin büyük dünya devletlerinin kralları, imparatorları kendi milletleri için yaptıkları yeni dinleri halklarına dayatırken haliyle Sabilere de dayattılar.
Babillerin yıkılışlarından sonra Asur ve Pers medeniyetleri Sabileri ve Yahudileri değişikliklere zorladılar.
Yukarıda verdiğim Tevrat 2. Krallar Kitabı Bölüm 33’ün 3,5,6. Ayetlerinde geçen Yahudi Krallarının “gök cisimlerine tapmaları, çocuklarını putlara kurban etmeleri, kutsal fahişe kültü” bu dayatmaları bize göstermektedir.


Grekler M.Ö.4.yy ile M.Ö.1.yy. arasında kendi dini kavramlarını bu kavimlere dayattılar ve Sabiler dâhil eski Pers İmparatorluğu coğrafyasındaki bütün kavimler az çok Grekleştirildi.
Özellikle Harran ve Irak Sabileri çoğunlukla Greklerin halk tabakası ile kardeş oldular.
Greklerin ardından gelen Roma, Serapis Dinini özellikle Hıristiyanlığın yerleşmeye başladığı M.S. VI.yy. a kadar dayattılar. Bu dayatmayı Hıristiyanlık ve İslamiyet takip etti.

Böylece yeryüzünde “ilahi” kabul edilebilecek gerçek doğru din kalmadı. Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların bütün dini ibadet ve ayin şekillerini Sabilerde bulmak mümkündür. Bu yüzden din ve tarih araştırmacılarının yoğun ilgisi doğal olarak Sabilik üzerinde toplanmaktadır.

Ay Tanrısı Kültünde İnanna’nın Yeri;

Bereket tanrıçası İnanna
Enlil’in Zina/Tecavüz ilişkisinden doğan Ay Tanrısı Sin’in Kızı Tanrıça İnanna Kendisini Tanıtıyor;
Yukarıda “İnanna” bahsinde dikkatinizi muhakkak ki çekmiştir. İnanna hem göklerin ve yerin kutsal fahişesidir. Hal böyleyken de her daim “bakiredir.”
Milattan sonra III.yüzyıllara ait olan bu kısa risale, Mısır’da Nag Hammadi kütüphanesine 1945 yılkında bulundu. Bilim insanı George MacRae  bu risalenin adını “The Thunder and Perfect Mind” yani (Gök Gürültüsü ve Mükemmel Akıl) koydu. MacRae bu belgenin sınıflandırılmasını zor olduğunu ancak ne Hıristiyan ne Gnostik (Sabi, Mecusi, Zerdüşt, Mitracılık) ne de Yahudi dönemlerine aitti. Bunlardan çok daha eskiydi demektedir.

İnanna
Güç tarafından gönderildim
Ve üstüme yansıyana geldim,
Üzerime bakınız, siz benden yansıyansınız,
Ve işitenler işitin beni.
Kendinize götürmek için beni bekliyorsunuz
Ve beni görüşünüzden uzak tutmayınız.
Ben ilk ve sonum,
Ben onurlandırılan ve aşağılananım.
Ben fahişe ve kutsal olanım…
Ben anlaşılabilir sessizliğim,
Ve sıklıkla hatırlanan düşünceyim.
Ben çoğaltılmış olanın sesiyim,
Ve çok yerde ortaya çıkan sözüm.
Ben adımın telaffuzuyum…
İlk ve son olduğum için,
Onurlandırılmış ve kutsanmış biriyim
Ben fahişe ve kutsal olanım,
Ben karı ve bakireyim,
Ben (anne) ve kızıyım,
Ben annemin azalarıyım,
Ben anlaşılabilir sessizliğim,
 Ve hatıraları sık sık beliren fikirim,
Ben çok çalınan ses, görüntüsü çok olan sözüm,
Ben, “gök gürültüsü ve mükemmel akıl” olan adımın söylenişiyim. “The Thunder and Perfect Mind” dan alıntıdır. Nag Hammadi Kütüphanesinden.

Her Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman’ın bilmesi gereken şudur;  Böyle rüyalar gören, vahiyler söyleyen, Cifr/Kabala ilmiyle uğraşıp bağlar bağlayanların Yahudi, Grek Tevratında cezası “yakılarak ölüm”dür.
Kur’anda da buna bir itiraz yoktur ve büyücülük, bağcılık, muskacılık ayetlerle yasaktır. Hatta bunları görenlerin bildirdikleri doğru çıksa bile” Der Tevrat.

Hermes Dini, Romalılar döneminde resmileşmiş, başlangıçta çöl cinlerine tapınan Hicaz Kabile dini olan İslâm felsefesini geliştirmeye karar veren Abbasiler döneminde Hermes dini ve Aristo Mantığı, “İdris peygamber’in dini” olarak kabul edilerek  felsefi değerleri, VIII. yüzyıl Bağdat İslam Üniversitesinde İslâm tasavvuf kültürünün esaslarını belirler hale getirilmiştir.

Evliya Çelebi (Seyehatname C-4,S-642,prg-4) Tebriz ziyaretinde, Tebriz Han’ının İbşir Paşa olayıyla ilgili sorusuna cevap verirken “Aristo’yu anar ve başka yerlerde de sıklıkla bunu tekrar eder;
“…Eğer Hanım bu aciz kulundan İbşir’in katlediliş sebebini öğrenmek isterse, hikmet dersini ARİSTO’dan, şifa haberini de Lokman’dan dinlesinler!...”  cümlesi buna örnektir.

İslâm’a Büyük İskender’in öğretmeni Aristo felsefesi ve Roma Hermetizm’ini sokmanın önemine dikkat ediniz. Demek ki bu tarihe kadar İslâm sadece “kılıçla kabul ettirilmiş” sıradan bir kabile diniydi dersek hata etmemiş oluruz. Hatta “İslâm Grekleştirilmiş (Yunan), değiştirilmiştir” demek te mümkündür.

Mitolojiden Hıristiyanlık Dönemine Filozoflar Arasında Kadın Düşmanlıkları;

Kökenleri Tevrat, İncil ve Kur’an öncesi çağlara ait “Çilecilik” geleneğine sadık filozofların kadınlara bakışlarını okuyarak çileciliğin ne olduğunu, II.Bayezit zamanında Endülüs’ten getirilen ve günümüz Bulgaristan Rusçuk’a 1492’lerde yerleştirilen  Seferad Yahudilerinden olan,  1911’de İngiltere, 1912’de Avusturya Viyana’ya yerleşmiş olan bu yüzden Almanca dilinde eserler veren araştırmacı yazar Elias Canett’inin (1905-Rusçuk-1994-Zürih) 26 yaşında yayınladığı ve 1935’de Nazilerce yasaklanan “Körleşme-Die Blendung” adlı romanından yapılmış derlemelerde  görelim; (Hayatı hakkında bilgiler; “http://www.kirjasto.sci.fi/ecanetti.htm”)
(Derleme yazı,” http://www.karakutu.com/” dan alıntıdır.)
Buddha'nın , Konfüçyüs'ün , Homeros'un , Aziz Thomas'ın kadın düşmanlığı nereden gelmektedir ? 

Aklı başında sınıfına dahil ettiğimiz Entelektüel kesimin kadınlardan duydukları bu nefretin, kaçışın gerçek nedenleri nelerdir ?

Buddha'nın dediği gibi cidden "aptal mahlukatlar mı" ? veya Aziz Thomas'ın söylediği gibi "hızla yayılıp büyüyen yabani otlar" mıdır ?

Tarih boyunca ezilip hakir görülen, "İnsan sınıfı"na  dahil edilmeyen kadınlar hakkında, söylenenler, söylediklerini belgeleyenler...

Elias Canetti Körleşme kitabında ayrıntıları ile değiniyor bu konuya.. Meraklısı içinde bir derleme yaptık.. 
(Karakutu.com)

....

"Öyle sanıyorum ki, kadınların önemini abartıyorsun", dedi, "Onları aşırı ciddiye alıyorsun ve insan yerine koyuyorsun. Ben ise kadınlara geçiçi bir kötülük gözüyle bakıyorum. Bu bakımdan bazı böcek türlerinin durumu bizden iyi. Bir ya da bir kaç ana, bütün bir kovanı, bütün bir türü dünyaya getiriyor. Öteki hayvanlar ise gelişmeden kalıyor. 

Termitlerin alışkın olduklarından daha yoğun bir birlikte yaşama biçimi düşünülebilir mi? Böyle bir kovan, ne denli korkunç bir cinsel uyaranlar birikimi taşırdı-tabii hayvanlar, cinselliklerine sahip olsalardı! Ama cinsellikleri yok, buna ilişkin içgüdüleri de en alt düzeye indirgenmiş durumda. Ve onlar, bu denli az olandan bile korkuyorlar. İçinde binlerce ve binlerce hayvanın görünüşte anlamsız biçimde ölüp gittikleri oğul ya da sürüyü ben, kovanın içerdiği cinsellik birikiminden bir kurtuluş olarak görüyorum. Bu hayvanlar, çoğunluğu aşkın yol açacağı karışıklıklardan korumak için, kitlelerinin küçük bir bölümünü kurban ediyorlar. 

Çünkü içinde aşka bir kez izin verilirse tüm kovan yıkılır gider. Bir termitler kolonisindeki sefahat aleminden daha etkileyici bir tasarım canlandıramıyorum kafamda. Böyle bir durumda hayvanlar, ne olduklarını unuturlar; dev bir anımsama eylemi, onları boyunduruğu altına almış ve bağnaz bir bütünün parçalarına dönüştürmüştür. Artık her biri kendi için var olmak ister; bu 
içlerinden yüzünde ya da bininde başlar, sonra çılgınlık, onların çılgınlığı, kitle çılgınlığı, giderek genişler. Nöbetçiler, geçitlerdeki yerlerinden ayrılırlar; bütün koloni, mutsuz bir aşkın yalazlarıyla kavrulur. Cinsiyetleri bulunmadığından çiftleşemezler. (s510) 

(...) 

- Aşk diye bir şey yoktur. Olmayan bir şeyin de yeri ne doldurulabilir ne de doldurulamaz. Aynı kesinlikle kadın diye bir şey yoktur, diyebilmeyi isterdim. Termitler bizi ilgilendirmez. Orada kadınlar yüzünden acı çeken var mı? Onun için biz insanlarda kalalım. Dişi örümceklerin, zayıf yaratıklar olan erkek örümcekleri kötüye kullandıktan sonra kafalarını koparmaları, yalnızca dişi sivrisineklerin kan emmeleri burada konumuz dışında. Erkek arılar arasında kraliçe uğruna yapılan savaş, bir barbarlıktan başka bir şey değildir. Erkek arılara gerek yoksa neden yetiştiriliyorlar? Yararlıysalar, o zaman neden öldürülüyorlar? Ben, tüm hayvanların en acımasızı ve en çirkini olan örümceği, kadınlığın simgesi sayıyorum. Örümceğin ağı, güneşte zehirli ve mavi parıltılar saçar. (s511-512) 

(...) 

Gerçek büyük düşünürler, kadının değersiz bir yaratık olduğuna inanmışlardır. Konfüçyüs’ün konuşmalarını araştır bir kez; gerek günlük yaşamın konuları, gerekse günlük yaşamın sınırlarını aşan konular üzerine belki bin görüş ve yargı vardır; ama bak bakalım, kadınları uzaktan yakından ilgilendiren bir tek cümle bulabilir misin! Suskunluğun ustası, kadınlar üzerine susar ve konuyu böyle geçiştirir. Biçim kurallarının aynı zamanda içerik açısından da bir değer taşıdığına inanmasına karşın, ölen kadınların arkasından, matem tutulmasını bile uygunsuz ve rahatsız edici bulur. Konfüçyüs çok genç evlenmişti. Bunu da inandığından ve aşık olduğu için değil, ama törelerin gereğini yerine getirmek için yapmıştı. Karısı uzun süren bir evlilik yaşamından sonra öldü. Oğlu, ölünün başında yüksek sesle yakınmaya başladı. Ağladı, kendini yerden yere attı ve bu kadın, bir rastlantı sonucu annesi olduğu için, yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını sandı. Bunun üzerine Konfüçyüs, üzüldüğü için, oğlunu sert sözlerle azarladı. İşte, erkek diye buna denir. (s512) 

(...) 

Buda’nın en sevdiği öğrencisi olan Ananda, bir defasında, Buda’ya şu soruyu sormuştu: 
"Yüce efendim, kadınların toplantılara katılamamaları, ticaret yapamamaları ve ekmeklerini kendi uğraşlarıyla kazanamamaları nedendir, söyler misiniz?" 

- Kadınlar, hemen öfkelenirler, Ananda! Kadınlar, kıskançtır, Ananda! Kadınlar aptaldır Ananda!  İşte Ananda! Kadınların toplantılara katılamamaları, ticaret yapamamaları ve ekmeklerini kendi uğraşlarıyla kazanamamaları bundandır. 

Kadınlar, tarikata girmek için yalvarmışlardı. Buda’nın öğrencileri de onların yanını tutmuşlardı. Ama Buda, uzun süre onlara karşı koydu. On yıllar sonra, yufka yürekliliğinin ve acıma duygusunun tutsağı olarak kendi doğru düşüncelerine karşı çıktı; rahibeler için bir tarikat kurdu. 

Rahibeler için kurmuş olduğu sekiz katı kuralın ilki şöyleydi: "Bir rahibe, tarikata girişinin üzerinden, isterse yüzyıl geçmiş olsun, henüz o gün tarikata girmiş bir rahiple bile karşılaşsa, onu saygıyla selamlamak, önünde ayağa kalkmak, ellerini kavuşturmak ve onu gerektiği gibi onurlandırmak zorundadır. Rahibe, bu kurala saygı göstermek, uymak, kutsal saymak ve yaşamı boyunca karşı gelmemek yükümü altındadır. 

Bunun gibi, rahibelerden kesinlikle kutsal saymalarının istendiği yedinci kural da şöyledir: "Bir rahibe, hiçbir koşul altında, bir rahibi aşağılayıcı davranışlarda bulunamaz ve onu azarlayamaz. "

Sekizinci kural: "Bugünden başlamak üzere, rahibelere erkekler karşısında konuşma yolu kapanmıştır. Ama rahiplere, rahibeler karşısında konuşma yolu açıktır." (s513) 

(...) 

Bir ağaç kadar sert,
Nehirler gibi kıvrımlı,
Bir kadın kadar kötü,
Bunca kötü ve aptal. 

Der, Hintlilerin en eski özdeyişlerinden biri. Dile getirilmek istenen konunun korkunçluğu karşısında, özdeyişlerin çoğu gibi bu da sertlikten kaçınan bir özdeyiş. Ama Hindistan halkının duyguları açısından iyi bir gösterge! (s514) 

(...) 

Ölüm, evliliğe son verir, ölümün yaptığını, ben yapmak hakkına sahip değil miyim?  Nedir ki ölüm dedikleri. İşlevlerin durması, bir olumsuzluk, bir hiçlik. Böyle bir  hiçliği mi beklemeliydin. Dirençli, yaşlanmış bir bedenin keyfini mi beklemeliydin. 
Çalışmasına, yaşamasına, kitaplarına, kast edildiği zaman, kim eli kolu bağlı bekler. O kadından nefret ediyorum. Şimdi de ediyorum. Ölmüş olmasına karşın nefret ediyorum. Nefret etmeye hakkım var. Bütün kadınların nefreti hakkettiklerini kanıtlayacağım sana. (s517) 

(...) 

Homeros, kadınlar hakkında bizden çok şey biliyordu. Biz görenlerin, o kör ozandan ders almamız gerek. 

Afrodite’in ihanetini anımsa. Topalladığı için, Hephaistos’u beğenmez. Kiminle aldatır Hephaistos’u? Demirci Hephaistos’ta bulamadığı tüm güzellikleri taşıyan, ozan ve Hephaistos gibi bir sanatçı olan Apollon’la mı? Tüm yeraltının sahibi olan karanlık Hades’le mi? Denizlere fırtınaları yollayan, güçlü ve öfkeli Poseidon’la mı? Onun, denizlerinden doğma olduğu için, Poseidon’la 
mı aldatması uygun düşerdi, peki kiminle? Yoksa kadınlarınki de dâhil olmak üzere, tüm hilelerden anlayan, kurnazlığı ve beceriksizliği karşısında, kendisinin, yani bir aşk tanrıçasının bile geri çekilmek zorunda olduğu Hermes’le mi? Hayır, Afrodit, kafasının boşluğunu bir sürü adale ile dolduran, kızıl saçlı bir budalayı, Yunanistan’daki paralı askerlerin tanrısı olan Ares’i yeğler. Akıl diye bir şey yoktur Ares’te. Yalnız yumruklarına güvenir. Kabalığı sınırsızdır. Ama sınırlı bir kafanın somut örneğidir. (s519-520) 

(...) 

Karısı tarafından öldürülen, yeraltı dünyasında artık salt donuk, mavi bir gölge gibi var olan Agamemnon’un, Odyseus’a söyledikleri, bence Homeros’un, bize bırakmış olduğu en değerli ve en özgün mirastır: 

Sen de ders al bundan,
Yumuşak olma karına,
Güvenip ona açma tekmil düşüncelerini,
Ara sıra açıl ona,
Ara sıra fikrini sakla,
Çok gizli yanaştır gemini, sevgili baba toprağına,
Görünme kimseye sakın, güven olmaz, kadın milletine. 

Acımasızlık, Yunan tanrıçalarının başlıca özelliklerinden biridir. Tanrılar ise daha bir insana yakındır. Hera’nın korkunç öfkesinin kurbanı olan, Herakles kadar, acımasızca işkence görmüş ve amansızca izlenmiş bir başka yaratık daha var mıdır şu yeryüzünde. (s522) 

(...) 

Kleopatra, kız kardeşini öldürtür “-her kadın, her kadınla savaşır zaten”, sonra Antonius’u aldatır “-her kadın, her erkeği aldatır”. Kleopatra, Antonius’u ve Roma’nın Asya’daki eyaletlerini kendi lüksü uğruna kullanır -her kadın, lükse duyduğu aşk uğruna yaşar ve ölür. Kleopatra, Antonius’a, daha ilk tehlike anında ihanet eder. Onu, kendini yakacağına inandırır. Bu arada Antonius, kendini öldürür. Kleopatra kendini yakmaz. Ama kendisine yakışan bir matem giysisini hemencecik buluvermiştir. 
Bu giysiyi, Oktavianus’u yakalamak için yem olarak kullanacaktır. Gel gelelim, Oktavianus, ona bakmayıp, gözlerini yere dikecek denli akıllıdır. Kleopatra’yı hiç görmemiş olduğunu bahse girerim. 

Genç ve kurnaz Oktavianus’un üzerinde zırhı vardı. Yoksa Kleopatra, teniyle sonuç almayı dener ve öte yandan Antonius, son nefesini verirken, bedenini Oktavianus’un bedenine yapıştırırdı. Ama Oktavianus denen o muhteşem insan, tenini zırhıyla, gözlerini de bakışlarını yere dikerek korur. Kleopatra’nın onu yalnızca burnundan yararlanarak ele geçirmesi ise olanaksızdı. Oktavianus, burnuna güveniyordu. Büyük bir olasılıkla koku alma duyusu iyi gelişmemişti. Erkek, evet erkek diye ona derler. Ona nasıl hayranım bir bilsen. Kleopatra’ya Sezar bile yenildi de o yenilmedi. (s527-528) 

(...) 

Akino’lu Aziz Thomas "Kadın hızla büyüyüp, yayılan yabani otlar gibidir. Eksik gelişmiş bir insandır." demişti. Bedeni ise, değersiz olduğu ve doğa bu nedenle fazla ilgilenmediği için, erken gelişir. Ya ilk modern komünest olarak değerlendirilebilecek Thomas Morus. Ütopya’da yaşayanlara ilişkin, evlilik yasalarına nerede yer vermişti? Köleliğe ve suçlara ayırdığı bölümde! (s.528-529) “”


Temeli kadın düşmanlığına ve dünyevi zevk ve heveslerden feragat etmeye dayanan, Çilecilik hakkında yapılan bu derlemeleri şimdi de dinlerin içinde görelim;

Hindularda Çilecilik;

Çileci Hintli
Hindu dini kitabı Rig Veda çilecileri “uzun saçlı çilecilier” olan “kesinler”, “Sessiz olanlar” anlamına gelen “Muni” ler olarak ayırır. (Muni, Munis Türkçede “uysal, uyumlu, sessiz” kişileri tanımlamakta kullanılır.)
Kesinler, Gandarvalar, Rudvalar, Vayu’nun arkadaşlarıdır.
Sanyasa, Hindi dininde dört yaşam halinden birisidir. Bagavad Gita’da Krişna “Sanyasa’yı” aşağıdaki gibi tanımlar;
Maddi arzular üzerine kurulu faaliyetleri terk etmek, büyü bilgiye sahip insanların hayatın düzeninden vaz geçme çağrılarıyla olur. Bütün yaşama çabalarını bırakmak aklın feragat etmeye çağırmasıdır (Tiyaga).
Rig Veda’da “tapas” terimi arzuların yakılması demektir.
Zaman içinde sözün suiistimallerini önlemek için “sessiz kalmak” Hindu çilecilerin uygulamalarıdır. (Söylenilen sözlerin farklı yorumlanarak kötü olaylara neden olmasını önlemek için susmayı tercih ederler.) Hintli çileciler, kendileri gibi başka çilecilerde ormanda yaşamayı tercih ederler. Bu yüzden bunlara “Dağ Dervişleri” de denilir. Bunların yıkanmayan, keçeleşmiş saçlarla dolaşıp ızdırap çekmek için ayaklarına zincir bağlayıp gezenlerine Vayragiler, Jangamalar denilir. Sarevralar başlarını traş edenler, yogiler de yoga yapanlardır.
Bekârlık teriminin karşılığı “Brahmacharya” dır ve “ilahi yaşama adanmışlık” anlamına gelir. Yoga rahipleri arasında “bekârlık/celibacy” rahipleri tanımlamak için kullanılırıdı. Veda edebiyatında Srimad Bagavatam” her varlığın maddi yaşam koşullarından sıyrılmasını emretmektedir. Sapık bir öğreti olarak kabul edilir.
Sekiz bıyıklı Çileci rahip

Bu inançta olanların;
Kadınları düşünmesi,
Cinsel yaşam hakkında konuşmaları,
Kadınlarla oynaşmaları,
Kadınlara iştahla bakmaları,
Kadınlarla sıkı fıkı konuşmaları, nişanlanmaya veya cinsel ilişkiye karar vermeleri,
Cinsel ilişki işini yapmaları,
Cinsel yaşam ayarlamaları kesinlikle yapılmamalıdır.


Cincilerde (Jainist) Çilecilik;
Çileci Cin dindarı "Çıplaklar" "Beyaz çarşaf giyen kadınlarıyla ibadet esnasında
En eski dinlerden olan Cincilik dininde çileciliğin en eski ve zor uygulamalarına rastlamak mümkündür. Cinciler, oruç, yoga uygulamaları, çok zor duruşları içeren yoga hareketleri ile öteki kısıtlamaları içermektedir. Bir cinci çilecinin en yüksek amacı “doğum, ölüm ve yeniden doğum çemberinden kurtulma haline verdikleri ad” olan Mokşa olmaktır. Bunu gerçekleştirebilmeleri için ruhun her türlü düşkünlük/zafiyetten arınmış olması gerekir.
Bu arınmaya ulaşabilmek için de beş temel ilkeye bağlı kalırlar;
1-      Ahimsa- Tecavüz yok anlamındadır ve her varlığı incitecek tavır ve davranışlardan kaçınmayı gerektirir. Gözümüzle göremediğimiz varlıkların bile incitilmelerini önlemek için çeşitli önlemleri vardır. Bir, söz, bir bakış bile bazen tecavüz sayılır.
2-      Satya- Gerçek demektir. Yalan yasaktır. Doğrucu olmayı şart koşar.
3-      Asteya “Çalma” hırsızlık amaçlı olmasa bile hak edilmeyen veya başkasına ait olan bir şeyi sahibinden habersiz almayı yasaklar.
4-      Brahmakarya iffet, temizlik, Namusluluk demektir.
5-      Aparigraha, bağlanmama-düşkün olamama halidir. Hiçbir şeye bağlanmamayı, düşkün olmamayı şart koşar, Zenginlik, cinsellik, lüks yaşam vb. yanında değersiz de olan şeylere bağlılığı ve düşkünlüğü de yasaklar. Cinci Digambara (Göğü giyinenler) keşişleri çırılçıplak yaşarlar ancak kadın keşişler giyinmelidirler.

Kadın ve erkek keşişler köyden köye gezerler ve insanlara yardım ederler. Yollarda ayaklarına böcekler musallat olursa onları incitmemek için dururlar ve kurtuluncaya kadar beklerler veya geri dönerler.
Öteki cinciler, İslam’da Hacda giyilen ve cennet elbisesi de olduğu belirtilen Hulle denilen ikiye katlanır dikişsiz kumaşlardan elbiseler giyerler. İpek kullanmazlar. Et, süt gibi hayvansal ürünleri tüketmezler.

Budacılarda Çilecilik;

Budacılık Dini, Sidarta Gautama Budha (M.Ö.563-483) tarafından VI. yy.da kuruldu. Hint Pali dilinde Sidharttha Gotama “ruhani öğretmen” ve “Buddha-Buda” ise “ilk uyanan, ilk aydınlanan, uyanmış olan” demektir Şâkyamuni “Sakyaların (Buda’nın kabilesinin adı) bilgesi” de denilir. Öğretileri de Hint yarımadasından dışarıya taşmıştır. Şramana dinlerinde bulunan aşırı çileciliği çekilebilir hale getirmiştir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekteyse de 20.yy araştırmacıları yukarıda verdiğimiz tarih aralıklarında yaşadığında hem fikir olmuşlardır.

Hindu dininde tanrı Vişnu’nun 10 Avatar’ından (Gökten inen/ düşmüşler) birisi olarak yorumlanmıştır. Moğol Tatarı Ahmedi Kadıyani’nin İngiliz Mason rahipleri yardımıyla çıkardığı 19.yy. sapık dini Kadıyanilik’te (İslami tarikat sayılır) peygamber, aynı dönemde gene aynı güçlerin tesiriyle çıkartılan Bahahilik dini de onun Tanrı olduğunu kabul etmişlerdir. Çinli Budacılar ise Bahai’den daha insaflı davranarak Lao Tzu’nun reenkarne hali olduğunu savunmuşlardır.
Aşırı çileciliğin şartlarının Buda tarafından yumuşatılmasıyla Therevadin felsefesi doğmuştur. Terevadin felsefesinin farklı yorumlarına göre farklı çilecilik şekilleri olduğu gibi orta yönü de vardır.
Terevadin uygulayıcıları olan erkek keşiş “Bikku”, çileci rahibelere “Bikkuni” lerin yaşamlarının tarif edildiği Vinaya Pitaka’da ne ağır kısıtlamalara ne de zevk düşkünlüğüne varacak şekilde tarif edilmmiştir. Yaşamları tarif edilirken, yiyecek, su, giyecek için kumaşlar, sağlıklı yaşamak, emniyette olmak ve hastalandığında bakılabilmek için barınakların keşişler ve rahibeler için yeterli olduğu şeklinde tanımlanmıştır. 

Manastıra kapanan çileciler bunu kendi istekleriyle yapmalı ve bundan dünyevi beklentiler ummamalıdırlar, rahip ve rahibelerin yönlendirmelerine uymalıdırlar. Tagata çileciliğinde ise katı şartlar ret edilmektedir ve çileciler açık alanda uyumak, ölü yakılan yerlerde veya mezarlıkta oturmak (ikamet), atılmış kırpıntılardan ibaret giysiler giymek ret edilmiştir.
Mahayanalar arasında etyemezlik (vejeteryanlık) yaygındır ve Çin, Japonya gibi uzak doğu ülkelerinde yaygındır. Kesinlikle bu rahipler et yemezler.
Bekârlık çekmek te Guatama Buda rahipleri arasında  bin yıllardır idealdir,çileciliğin parçasıdır.1982’de çıkartılan yasa gereğince Budist rahipler evlenmeye başladılar ve bu gün %90’ı evlidir.

Zerdüştlükte Çilecilik;
Zerdüştlük manastır hayatı ve çileciliğin bütün şekillerini ret etmektedir. Zerdüştlük daha çok askeri eğitimi içeren tapınak yaşamına sahiptir.

Yahudilikte Çilecilik;
Çileci Yahudileri
Tevrat Sayıla 6. Bölümde Nasıralılardan ve çlde kırk yıl dolaşma cezasından bahseder. Eski çağlarda çileciliğin farklı uygulamaları Yahudiler arasında yaşanmıştır. Babil Sürgününden döndükten sonra peygamberler arasında inzivaya çekilmelere rastlanılır. Çileci Yahudi mezhepleri arasında Esseneler, Ebiyonitler ve erken Kabalacıların bu külte eğilimlerinden bahsedilebilir. Kabalacıların aşırıları olan Hassidic Yahudi hareketinde “kendini aşağılama” uygulaması parlamıştır. Ancak gene böyle kendini aşağılamanın insanda bunalım, depresyon yaratacağı kesindir. 18.yy. da yaşamış Yahudi Rabbi’si bu durumu, birisinin “tanrı Haşem’e tapınması doğru değildir” Diye açıklamıştır.


Hıristiyanlarda Çilecilik;

Esasında Grek Ortodoks Kilisesinde uygulanan haliyle “et, alkol, cinsel ilişki ve giyinmekten kaçınma” (çıplaklık) şeklinde görülmüştür ve günümüzde farklı türleri vardır.
Hıristiyanlıkta “rahip” (Priest) tanrı ile insanlar arasında ilişki kurabildiğine inanılan din adamına denir. Kiliselerde ibadet ayinlerini yürütürler, halka danışmanlık yaparlar.

Hristiyanlığı yayan
Çileci Sütun Rahiplerinden birisi

Keşiş (Grk-Monachos, İng-Monk) manastırlara kapanarak, dünyevi zevklerden, maddi beklentilerden uzaklaşarak, inzivaya çekilmiş, ruhani derecelerde yükselerek tanrıya ulaşmayı amaç edinmiş hem kadın hem erkek çileci (ascetic) ruhanilere verilen addır. Bunlar evlenmezler, cinsel ilişkiye girmezler aşırı yemezler, yıkanmazlar, içki içmezler, mal, mülk peşinde koşmazlar, toplumdan uzak yaşarlar ve sürekli meditasyon yaparlar.

Bazı uygulama şekilleri arasında Hıristiyan Manastır yaşam tarzı ve Hint dinlerinden Cincilik (Jainism), Budacılık ve Yoga dâhil, Hıristiyan Çöl Babalarının maddi zenginlik biriktirmek ve cinsi arzulardan kaçınmak tarzında kısıtlı yaşamları örnek verilebilir.

Manastır yaşamında bir keşiş için çilecilik kendi içinde bir son değildir. Onun için amaç yaşamın amacı olan tanrıyı sevmektir. Manastır çileciliği ise tanrıyı sevmeye engel olan şeyleri kaldırmaktır. Sevgi arzuların birleşimidir. Yaratılan tanrıyı sevecekse her işte tanrının istediğini, onun isteklerinin içine gömülerek onu belli bir yönde yapmalıdır. “Eğer Beni seviyorsanız talimatlarıma uymalısınız! (Yahya 14:15). Rahipler daima şunu hatırlarlar; “Bir arkadaşa olan sevgiyi göstermenin en iyi yolu onun için ölmektir (Yahya 15:13) bu manada yaşam “feragat etmek” anlamına gelmektedir. Onlar yaşamı, kendilerini fakirliğe, hareket tarzlarının değiştirilmesine ve kararlılıkla adamak olarak yorumlamaktadırlar.
Mtra/ Mihr dininden
Hristiyanlığa kalma Mağara Çileciliği

Manastır yaşamında rahip ve rahibelerin kendilerini dine adamaları, dini yaşamın esas uygulamalarına göre farklılık göstermektedir.
İleriki geleneksel uygulamalar dua etmek, öğretmek, esirleri serbest bırakmak gibi bazı özel işler ve amaçları gerektirir, bunlara manastır yaşamına kendisini adamış olanlarda yaygın olarak görülen, geniş yer tutan uygulamalardır.
Bu yüzden “her şeyden el çekmenin” üç ana esası vardır, bunlar İncil ayetleri, yoksulluk ve itaat’tir.

Edwin M. Yamauchi’nin yazdığı “Gnostic Ethics and Mandeans Origins” (Gnostik Ahlak ve Mandean (Sabi) Kökenleri) adlı kitapta, (s 31-32-33-34) Çilecilik kavramının kökenleri incelenmektedir.

“Gnostiklerin (Ruhaniciler- İlahi Bilgiye ulaşmak isteyenler) büyük çoğunluğunun görünüşleri “misogynic” kadın düşmanı ve “misogamist” evlik düşmanı/ evliliğe karşı olanlar şeklindedir. (Jonas, çelişkicilik (antinomianism) ve seks düşkünlüğünün (licentiousness) kendi kendini yok eden toplum dışılık olduğuna işaret etmektedir.)
Nassaneler “cinselliği kötülüğün başlangıcı”, cinsel ilişkiyi ise “ölüme yönelten kötülük” olduğu için cinsel ayrımcılığı el üstünde tuttular. “Sadece gerçek birliğin ruhani olduğuna dikkat etmeksizin o (cinsellik) insanın ölümcül gayretlerinden birisini temsil eder!” (Grant-Secrets Sayings Jesus” S. 144) Öteki Gnostikler cinsel arzuların aile yaşamına yerleştirilmesini kötü olduğu gerekçesiyle evliliği ret ettiler.
Zaten İncil’de bu evliliği yasaklayacak olanlara da rastlıyoruz;

İncil Timoteyus
1Ti 4:3 .”Bu yalancılar evlenmeyi yasaklayacak, Tanrı'nın, iman eden ve gerçeği bilenlerin şükranla yemesi için yarattığı yiyeceklerden çekinmek gerektiğini buyuracaklar”.

Bunlar Gnostikler midir? Grant, birinin onlardan olduğuna inanıyor. (Grant –Gnostism and Early Christianity” S.16;Wilson  Gnosis and  the New Tastement” S.41 “Bu gnostikler ascetism-çileciliği uygulayan halklar mıdır?)
Ama bu bile Gnostiklerin mantıklı gerekçeleriyle evliliği yasakladıklarını onaylamaktadır. Bunlar geçmişte de ortaya çıkmış olan, evliliği yasaklayan yanlış öğretmenlerdir ve asla evlenmemişlerdir, ve cennette melek olmuşlardır.

İşte İncil ayeti;
2Ti 2:18 Dirilişin olup bittiğini söyleyerek gerçek yoldan saptılar. Şimdi de bazılarının imanını altüst ediyorlar.”
Markos 12:25
Markos 12:25 “İnsanlar ölümden dirilince ne evlenir ne evlendirilir, göklerdeki melekler gibidirler”.

Grek İncil’inde, “Yaşayan Grek İnsan Tanrısı İsa, kendisini güv ey, havarilerini de “GELİN” görmektedir, okuyalım;

İsa yeryüzünde yaşayan bizlerin de “Güvey”i olduğunu söyler,yani “damat”.

İncil 9:14 “Bunun üzerine Yahya’nın öğrencileri İsa’ya yaklaşıp sordular:”Neden Ferisiler ve biz oruç tutuyoruz da, öğrencilerin oruç tutmuyor?”
9:15 “İsa onları şöyle yanıtladı:”Güvey” kendileriyle birlikteyken,yakınları yas tutar mı?Ama güveyin onlardan alınacağı günler gelecek,o zaman oruç tutacaklar.”
Gene Grek İncil’ine gore, biz insanlar “aşağının aşağısıyız;

Matta 11:11 “Doğrusu size derim ki,kadınlardan doğanlar içinde Vaftizci Yahya’dan üstün olanı çıkmamıştır.Ama ,göklerin hükümranlığında en küçük olan ondan üstündür.”

Bu durum Encratitis’in İskenderiye’li Celment (M.S.150-215) ile savaşının sebebiydi.
Marcion (Dosya 140-M.S 50) aynı yolda olan ama evliliğe olumsuz olarak bakan farklı olan tipik bir Gnostiktir. O yaratıcının gücüyle yer küreyi çocuklarıyla doldurarak genişletmesinden beri takipçilerine evliliği yasakladı. (Jonas Gnostic Religion S.144;Chadwick S22-Zerdüşt mitinde Maşyo-Maşyoi’nin çocuk yapmaktan vazgeçmeleri-A.Y)

Özetle, M.S.2.yy. da Mneanderin öğrencilerinden olan Saturninus (Satornil) bu tutumu çeşitlendirerek açıkladı.
Evlilik ve nesillerin üremesi şeytandandır. Çocukların babalıklarının sayısı arttıkça kötü meleklere tabi olacaklardır.

Evlilik ve cinselliğe aynı olumsuz bakış Nag Hammadi’deki Kıpti metinlerinde de vardır. Thomas İncilinin 37. Bölümünden bir örnek bunu anlaşılır kılmaktadır.

“Öğrencileri dedi (İsa’ya): Seni göreceğimiz zamanı bize ne zaman açıklayacaksın?

İsa dedi;” Hiçbir utanma duymaksızın çamaşırlarınızı çıkarttığınız, ayaklarınız altına aldığınız, küçük çocuklar gibi çiğnediğiniz zaman “Yaşayan Bir’in” oğluna ait olduğunuzda korku duymayacaksınız!” (Guillaumont, “The Gospel According to Thomas.S.23)

Görtner bunun manasını şöyle açıklıyor; ”Aydınlanmış olduğumuz zaman cinsel yapımızı işlevsizleşecek, çocuk gibi masum olacağız ve çıplaklıktan utanma duymayacağız ve selamet (kurtuluş) gerçeklik olacak.”(Görtner “Becaming a Child İn Thomas “ S.250- H.Kee)

Thomas İncilinde özlenen seçim Kıpti dilince “Bir Olan” anlamına gelen OUA olarak anılır ve muhtemelen Grekçede “Yalnız Olan” anlamında bekârlık çeken kişi olan Grekçede “Yalnız Olan” anlamında bekârlık çeken kişiyi tanımlayan esasında “çift cinsiyeti” ile “birleşmiş adama” atıf yapmaktadır.

Aynı bölümün sonunda Peter der ki; “Aramızdan Meryem’in çıkmasına izin verelim, çünkü kadınlar yaşamın değersiz şeyleridir!
İsa cevaplar;” Anlayınız, ona rehberlik edeceğim böylece onu “erkek” yapacağım….Kendini erkek yapan her kadın cennetin krallığına girecektir.”(Guillamount S.57)

Yukardaki bilgilere ek olarak Filip’in İncil’inde “cinsiyet ayrımcılığı” ölüme neden olmaktadır. (Willson The Gospel Of Philip S.12,46,)

“Apocryphon Of John” (Yahya’nın Şüpheleri)nde cinsel ilişkinin ve üreme arzusunun kötülüğüne atıf yapılmaktadır.

 Thomas’ın Kitabı Athlete (CG II,7) den okuyoruz; “Kadınlarla sıkı fıkı ilişkileri kuranlar, üzüntü keder üstünüze olsun! ….Bedeninizin gücü yüzünden keder sütünüze olsun!”

Kurtarıcının(İsa) karşılıklı konuşmalarında (CG. III,5) okuyoruz; “Kadının olmadığı yerde dua ediniz! Dişilerin işlerini yok ediniz!

Gnostik dökümanların dışında Suriye İncil’inde (Süryanilerin İncil’i) cinsellik ve evliliğe karşı özellikle Encratites veya “Kendine Hâkim Olan” şeklinde olumsuz bakış görülmektedir.
((A.VÖÖBUS-Celibacy in the Early Syrian Church-(Papaers of the Estonian Theological Society in Exile, I. Stockholm 1951) )

Din bilginlerinden çoğu Thomas İncil’inin, özellikle kendisi Gnostik olmayan ama Gnostikler tarafından kullanılan Suriye Encratities (Tek Tanrıcılarının) gerçek belgelerinde Suriye İncil’i olduğunu tartışmışlardır. Quispel ünlü “İnci’nin ilahisi” ni örnek vererek Thomas’ın “gnostik değil daha çok Ortodoks olduğunu, Yahudi renklerini barındırdığını öne sürmüştür. Ötekileri de Gnostik belgeler olduğunu iddia etmişlerdir.
Gnostiklerin çileciliğinin (ascetism) galibiyetiyle oldukça kıyaslanabilen Thomas’ın İşlerinden Encratism hakkında yeterli şeyleri söyleyebiliriz. Thomas’ın İşlerinde Tanrı yeni evlenenlere görünür ve evlilik gecelerinde onları evlilik ilişkilerine karşı uyarır;
Hatırlayın çocuklarım, biraderim Thomas sizinle konuştu, size yaptığı yorumları da biliyorsunuz. Ve bu koca cinsel ilişkiden korunmanız gerektiğini de biliyorsunuz. Sonunda size acı ve üzüntü verecek olan çocuklarınızın zor olan bakımlarından, gizli açık üzüntülerden korunmanız için tapınaklarınız gibi arının! Eğer çocuklarınız varsa onların hatırı için zalimler, soyguncular, yetimlerin nalbantları, dulları günaha sokanlar olmayınız, yaptığınız bu kötülükler için yargılanacaksınız!
Çocukların büyük çoğunluğu büyük acılara neden olurlar ve kralınız onların üstüne düşecek, şeytan üstlerine uzanıp kaldıracak,üstlerine felç inecek. Eğer sağlıklıysalar, zina, hırsızlık, boş gurur, tamahkârlıkla kirlenecekler, Bu kötülüklerinden dolayı onlar tarafından işkenceye uğratılacaksınız!

Son örnek olarak da Mani dininden seçilen üç ifadeye bakalım;
“…Bütünüyle cinselliğin yokluğu evlenmekten feragat etmektir. Cinsel istekten doğan bazı şehvani duygular kötüdür, engellenen küçücük parçacıkların bir araya getirilmesi anlamında üreme uzak manada kötüdür. (G.Widengen Mani and Manicheism London 1965 s.97 Jonas Gnostik Religion s 227-231)

Kızılderililerde Çilecilik;

Alıntı yazı;
“Şaman ve Rahip
Kuzey Amerika Avcı Kızılderili kabilelerinin mitolojilerinde dinsel yaşamlarında bireyin hayaller görebilmesi için oruç tutması  üzerinde durulur.
    12-13 yaşlarında bir çocuk babası tarafından ıssız bir yere bırakılır. Hayvanların uzak tutulması için de küçük bir ateş yakılır ve çocuk orada oruca ve duaya başlar. Oruç ve dua etme kutsal ziyaretçi gelene kadar üç veya daha fazla günlük zaman alabilir. İnsan veya hayvan biçiminde çocuğa görünen kutsal ziyaretçi onunla konuşarak ona güç verir. Çocuğun daha sonraki yaşamı bu hayalle şekillenir. Ona gelen ruh veya ziyaretçi şaman olarak insanları iyileştirme gücü veya savaşçılık ruhu veya hayvanları yakalamak için avcılık yeteneği verebilir. Kutsal ziyaretçinin verdiği yetenekler beğenilmezse istenilen yetenekler elde edilinceye kadar oruç ve dua işlemine devam edilir.

Yaşlı Crow Kızılderili’si Mavi Boncuk’un anlattığı bir hikâyeyi şöyle aktardığını görüyoruz.

    “Çocukken zayıftım. Savaş çetelerinin önlerinde başkanları, geri dönüşlerinin ve alayla geçişlerini görürdüm. Onları kıskanırdım. Ve oruç tutup onlar gibi olmaya karar verdim. Hayali gördükten sonra özlediğime kavuşmuş olarak kalktım. Sekiz düşman öldürdüm.”

Eğer birinin şansı kötüyse gücün kendisine verdiği armağanın yetersiz olduğunu anlar. Öte yandan büyük şamanlar ve savaş önderleri oruç hayallerinden fazlasıyla güç almışlardır. Bazıları parmak boğumlarını kesip ruha adamış olabilir. Ova Kızılderilileri arasında bu tür kurbanlar yaygındır. Bazı yaşlıların ellerinde ancak oku yerleştirip yay çekecek kadar parmak boğumu kalmıştır.”
Kynk-Yazar Joseph Campbell, “İlkel Mitoloji” adlı kitabı.

Okuduğumuz bu Kızılderili ibadet şekli aynen Avrasya kültürlerinde de vardır. Hint, İran, Arap dinlerinde çilekeş manastır yaşamı, İslam’da tekkeye kapanma, inzivaya çekilme, istişareye yatma olarak bilinen ibadet tarzıdır. Mitra/Mihri dindarlarının mağaralara kapanıp kadın, yıkanmak ve dünyevi arzulardan arınarak oruç ve namaz benzeri ibadetler ile vakitlerini geçirme şeklini İslâm peygamberi Muhammed’e peygamberliğin gelmesinden önce Mekke’deki Hira Mağarasına çekilmesini örnek gösterebiliriz.

İslâm’da Çilecilik;

Sufi Müslüman Çileci/ Fakir Bengal
İslamiyet’te bu anlamlarda çilecilik yoktur. Zühd kavramı içinde zenginliğin, zekât, fitre gibi bağışlarla sınırlandırılması, ipek giyilmemesi, erkeklerin altın takılar kullanmamaları, günlük yaşamda şatafattan kaçınılması emredilmiştir. Yüksek sesle konuşmak, başkalarını hor görmek, fena davranışlar, büyüklenme, bencillik kötü gösterilmiştir.

Çileciliğin olumlu kısımları Müslümanlar arasında korunmuştur. Bunların başında “dünya malına olan düşkünlüğün “aşağılanması” önemli yer tutar;

Dört yıl önce “Keykubat.Blogcu.com’da” yazdığım bir yazımdan alıntılar bu konuya gayet iyi ışık tutacaktır;

Perşembe, August 21, 2008 - ALLAH ADI İLE KÖŞE OLANLAR
Kategori: siyaset

E-Mail'ime gelen postalardan birinde Aydınlık Gelecek Hareketinden Ali Serdar Bolat adlı arkadaşımızın yazısı denk geldi ben de baktım,Hz.Muhammed'den bu yana dini liderlerin uyması gereken "devlet adamlığı kuralları" hakkında bir şeyler derlemiş ve ben de  yayınlamaya karar verdim.

Bengal'de Sufi Müslüman Çileci FAKİR
Sizlerin de takdirini kazanacağını umduğum bu yazı aşağıdadır.Seçim zamanları yaptıkları poşet yardımlarını Fakfuk fona ödeten iktidarın diğer marifetlerini,siyasi sayılmayan kişşilerin yazılarından toplayıp bir şeyler üretmişler.
Bu şekilde çalışmaya 1970-80'li yıllarda başlasalardı bu gün ülkemiz "Allah" adı ile köşe dönenlerin iktidarda olduğu bir ülke olmayacaktı.
Akşam,bazı kanalllarda cezası af edilen eski Başbakan N.ERBAKAN hoca'nın Gayrimenkullerini saymaya ekran sayfalar yetmedi.Ey Allah'ım bunca yıl durmadan senin adınla uyku uyumadan ibadetler edenlerin çektikleri hastalık ve yoksullukları  görmezsin niye?
Senin tarafından da görülmek için ille de "siyasi dindar" mı olmak gerekiyor?
Süleyman Paşa'nın Mevlid'ini hafif bir tadilatla duaya dönüştürdüklerini düşünürsek;
"Allah adın zikr edelim evvela;
Zenginlik acil gelsin bu kula"
diyen duaları anında tutmuş görünüyor bu siyasilerin.
Ne de olsa siyasiler değil mi yani?

"Kur'anın "bir harfinden" dahi çıkar sağlayanı "kıyamette suratlarını etten arınmış yaratacağım" derken,bunları serbest mi bıraktın?
Neyse sen işini bilirsin ya,bakalım zaman neler gösterecek?
Neyse,işte o yazı,severek okuyunuz;

Keykubat.

Hz. Ebu Zer der ki: 
"Uhud Dağı altına çevrilse de benim olsa, onun bir dinarını bile üç gece yanımda tutmazdım. Yalnız borcumu ödeyecek kadar ayırırdım"

Hz. Muhammed 
Peygamberimiz gayet sade yaşar, gayet sade giyinir, gayet sade yemekler yerdi. 
Zevkler içinde yaşamaktan hoşlanmazdı. Kendisinin devamlı olarak giydiği, keçi kılından örme elbiseydi. 
Hz. Aişe diyor ki: 

Hıristiyanların yaptığı Muhammed Tasviri
"Peygamberin vefatı zamanı, evimizde yiyecek olarak bir miktar yulaftan başka bir şey yoktu" 
Hicretin 9. yılında elde edilen ganimetler sayesinde refah artmıştı. fakat peygamberin evi eskisi gibi idi. Bir yatak, bir hasır, su ibriği. Birçok geceleri yemeksiz geçirir, günlerce bacası tütmez. Hurma ve su ile geçinirdi.

Hz. Ömer anlatıyor: 
"Çıplak bir sedir, deriden bir yatak, bir avuç yulaf, bir su tulumu gördüm ve ağladım. 
Rasul-ü Ekrem sebebini sordu: 

"Kayserler ve kisralar dünyanın bütün zevklerini sürdükleri halde siz böyle bie hayat geçiriyorsunuz" dedim. 

Bana cevaben: 
"Ey hattaboğlu! İstemez misin ki, bu dünya onların olsun, ahiret nimeti de bizim olsun" buyurmuştu. 
Ömer Hattab'ın tasviri
Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Tarih-i İslam, Cilt 1 Sayfa 367

Atatürk 
"Milletvekilleri bilirler ki, iktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir." 

Medeni Bilgiler, sayfa 414

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Albümü dağıtıldı; onlarca fotoğrafı var, hepsinde aynı gömlek, aynı ceket, babasının nalbant olduğunu unutmuyor, sade, mütevazı, Batı'ya inat kravat takmıyor... 
"Halk çocuğuyuz" ayaklarına yatıp, bir giydiğini bir daha giymeyen, ne oldum delisi, yatla-uçakla fink atan, Batı yalakası kravatlı mollalara kızın. 

Yılmaz Özdil, Hürriyet, 16 Ağustos 2008


Gazetelerde fotoğrafları yayınlandı. Manşetleri tirizlenmiş gömlek giyiyor. Eski, ama temiz.

Tayyip Erdoğanlar 
Tayyip Erdoğan 

45,000 YTL lik Cintree Curvex Chronograph saat takıyor. 
Dünyanın en zengin 8. lideri 
Brunei Sultanı 30 milyar dolarla en zengin lider. 

İkinci, 21 milyar dolarla Suudi Kralı Abdullah 
3. ve 4. sırada Birleşik Arap Emirlikleri başkanı ve Başbakanı 
5. sırada Lüksemburg Büyük Dükü 
6. sırada Hollanda Kraliçesi 
7, sırada Lihtenştayn Prensi 
8, sırada ise 2 milyar dolar nakit varlığı ile Tayyip Erdoğan 
(Bu rakamlara gayrımenkuller dahil değil) 
Hayrünisa Gül: 

"Renkleri zevkime uymuyor" dedi, köşkteki tarihi halılar çöpe atıldı. 
450 Euroluk Fransız Lubotin marka ayakkabıları tercih ediyor. 
65,000 YTL değerinde "Sultanahmet" adlı yüzüğü takıyor. 
Kübra Gül 

Adile Sultan Yalısı'ndaki düğün yemeği 107,000 YTL tuttu. 
Deri Show'da dikilen gelinliği giydi. 
Skyboard tekniği ile ışık şelalesi yaratıldı. 
Gül Ailesi

Çankaya Köşkünün aylık gideri 4 milyon 583 bin YTL'ye yükseldi. 
2007'ye kıyasla %64 artış oldu... 

AKP Şanlıurfa Milletvekili Zülfikar İzol 
Pijan ve Haltan aşiretlerinin düğünleri Şanlıurfa'da 3 gün 3 gece sürdü. 
İlk gece köyde, 2. gece 5 yıldızlı El Ruha Otelinde, 3. gece 5 yıldızlı Dedeman Oteli'nde... 
Gelin ve damat dans ederken dolarlar havaya saçıldı.

 İzol ve Ayseli türkü söylerken davetliler ikilinin başından aşağı dolarlar saçtı. 
AKP Milletvekili, Başbakanlık Siyasi Danışmanı Ömer Çelik 

Ayşe Arman: 
"Gömleğiniz Zegna, takım elbiseniz Gucci, motosikletiniz Harley Davidson. Pahalı zevkleriniz var." 
Çelik: 
"Üç motosikletim var. Harley Davidson, BMW Cruiser, bir de arazi için Dakar. 
Çok da pahalı değilller. Size de bir tane alalım mı?"

İngiliz tahtının sadık hizmekarı ödüllerini de ekleyelim.
Arman: 
"Cohiba purosu içiyorsunuz. Hedonist misiniz?" 
Çelik: 
"Benimki meşakkatlerle çerçevelenmiş bir hedonizm" 
Oğullar 
Başbakana ve Ulaştırma Bakanına özenen Bakan Pepe, iki oğluna da 9 trilyonluk devlet kredisi ile gemi aldı. 
Unakıtan'ın oğlunun başlattığı mısır ticareti, Bayındırlık Bakanının ve İstanbul Belediye Başkanı'nın oğullarına ilham verdi. 
Gül, Erdoğan ve Unakıtan'ın çocukları 5 yılda parladılar 
Damat 
2 milyar dolarlık holdingin CEO'luğunu 29 yaşındaki damat yapacak. 
Dangır Dungur Fırat 
Nişantaşı'nın sosyetik merkezi City's'deki Pal Zileri mağazasında ..... 
Portakal kamyonunda eroin çıktı.

Hz. Muhammed'in Rüşvet tarifi 
Vergi toplamakla görevli bir yetkili hasılatı getirip devlet hazinesine teslim ederken, bayağı servet sayılacak miktardaki bazı malları bir kenara ayırmıştı. 
Hz. Resulullah "Bunlar nedir?" diye sorunca, "Bunlar bazı zenginlerin kendi rızaları ile bana verdikleri hediyelerdir" dedi. 
Bunun üzerine Paygamber Efendimiz: 
"Peki, sen vergi toplayan yetkili bir memur olmasaydın, bu adamlar şu hediye dediğin şeyleri sana verecekler miydi?" 
diyerek onların tamamını hazineye katmış, bu tür imkan ve ikramların esasında RÜŞVET SAYILDIĞINI VE KARŞILIĞINDA MUTLAKA BAZI ÇIKARLAR SAĞLANDIĞINI vurgulamıştı.

"Mücahit"likten "mütahit"liğe sıçrayanlar ve Milli Görüş gömleğini çıkarıp "Tayyo 2" pelerini kuşananlar, aslında haysiyet ölümlerinin kefen bezini giydiklerini anladıklarında, iş işten geçmiş olacaktır.
AKP kurmayları: 
 "Bizim aile fertlerimizin, dünürlerimizin, yeğenlerimizin ve yakın çevremizin iktidarımız döneminde kazandıkları katrilyonlar, vurgun ve soygun değildir; içerideki ve dışarıdaki sermayedar dostlarımızın sağladığı imkan ve fırsatlar neticesinde elde edilmiştir" diyebilirler. Onlara yukarıda Asrı Saadetten verdiğim örneği hatırlatırım. 
Ahmet Akgül, Milli Çözüm Dergisi Genel Yayın Yönetmeni

Para, para, para...felaketlerin ayak sesleri 
Hiçbir şeye yanmam, Müslüman kesimin bir kısmının çok bozulmuş olduğuna çok yanarım. 
Toplum hırsızlığa, soyguna, talana, yolsuzluğa kanıksamıştır.


Toplumda temizlenme ve şefaflaşma konusunda yeterliniyet ve irade yoktur. 
Malı götürenler "Artık yükü tuttuk, bu kadarı yeter" demesini bilmiyorlar. 
Nerden çıktı bu öldürücü keneler? 
Dün tarhana çorbası ile geçinenler, bugün en pahalı restoranlarda isimleri acayip nadide yemekler yiyorlar. 
Pahalı mı pahalı. Çeteler, çeteler, çeteler. Altın ve gümüş, dolar ve euro. Para, para, para... 
Felaketlerin ayak sesleri duyuluyor, onların kulakları tıkalı, gözleri görmüyor, kalpleri ve vicdanları mühürlü. 
Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 17 Haziran 2008”


Din ulemalarının bazı özel durumlarda tanrıdan veya meleklerinden yardım umabilmek amacıyla “istişareye yatma” olarak bilinen yalnız bir yere kapanarak ibadet ve uyumak gibi davranışları olmuştur. Fatih’in öğretmeni Akşemseddin’in İstanbul kuşatmasında, Eyüp Sultan’ın mezarını böyle bir istişarede gördüğü rüyada bulduğu geçmektedir.  Akşemseddin’in rüya olayı, yeni Müslüman olmuş Güney Türkistan kökenli ve Zerdüşt geleneklerinden gelen Osmanlı Türkmenlerinde var olan “Ölen Tanrı Kültünden” türetilmiş “dervişlik-ermişlik” kavramlarına göre yorumlanırsa daha mantıklı olur. Peygamberin hayatında böyle bir konuya rastlanılmaz.
Öteki anlamlarda manastır yaşamı, mağaraya çekilme, çilecilik ve bekârlık İslam’da yasaktır.

Günümüzün servet ve zevk düşkünü, hileci İslamcılarının piri olan, okuryazar olmadığını kendi yazdırdığı kitaplarında dile getiren Said- Kürdi’nin evliliğe bakışı Hıristiyan çilecileri andırmaktadır. Okuyalım;

Said’in Evliliğe Bakışı

Önce “Said” adının kökenini Evliya Çelebi’nin Siirt’i tanıtan yazısından öğrenelim isterseniz;


Siirt;

Eski tarihçilerin yazdığına göre Yezdicürd Şah (Sasani imp, M.S.200-400) yapısı eski bir beldedir. Hükümdardan hükümdara devir edip sonunda Hazreti Ömer evladından Hz. Abdullah Yezid kavmi elinden fethetmiştir.  1517’de I. Selim’in veziri Diyarbekir valisi Bıyıklı Mehmet Paşaya, Molla İdris’in teklif ve tedbiri ile bu Siirt hanı itaat edince memleketi kendisine ebedi olarak bırakılmıştır. Sonra hanın bütün sülalesi ölünce Diyarbekir’in sancak merkezi olmuştur. Diyarbekir valisi ile memur oldukları sefere giderler. Kürdistan kavmi içinde Siirt askerinin çadırlarını bulmak isteyen teşrifat üzere “Dar-ı Said” diye çağırıp öyle bulur. Arap dilinde şehrin adı “Dar-ı Said’dir”.

Burası Kürdistan ise de halkı Arapça konuşur. Kürtçe, Türkçe ve Ermeni dilini bilirler. Bir Şeriat hâkimi vardır ki şeyhülislamdır. Dört mezhepten müftüleri vardır. (Seyahatname IV. C. S.752)

Görüldüğü gibi “Said” adı “Yezidi” inancına mensup Kürt, Arap, Ermeni halkların yaşadığı Şehrin halk dilindeki adıdır. Said-i Kürdi’nin asla Müslüman” değil tam bir Yezidi olduğunun belgesidir.
Doğu ve Güney doğu Anadolu’da Kürtlerin “eski ve yeni Kürtler” olarak adlandırıldıklarını, beyaz çarşaf veya Burka giydiklerini Evliya Çelebi 350 yıl öncesinde yapmıştır. Bitlis’i tanıtım yazısından okuyalım;

“…Giyim;
Gerçi Kürdistan’dır ama Samur kürklü han kölesi çoktur. Orta halli olanlar Şirvan yakınlarında, Maden kasabasında çıkan şayakı, renkli çuhadan serhaddi ve kantuş giyerler. Fakirleri Bogasi giyerler.
Kadınları beyaz çarşafa bürünüp yüzlerinde bürka, başlarında altın ve gümüş takke, elbiseleri de hep ipekten imiş. (İpek, beyaz çarşaf-peçe, burka Yezidi, Sabi kıyafetleridir.)

Rojiki denilen Bitlis Kürtleri aslında eski Kürtlerden olmalarına rağmen lehçeleri diğer “12” Kürt dilini konuşanlarca tercüman olmadan anlaşılmaz. Fakat bunlar diğer “12” Kürt dilini gayet güzel konuşurlar…”
On Yedinci Yüzyılda dahi Bitlis, Siirt, Mardin, Hakkari Yezididir;

İsyancı Yezidi Bitlis Kürtlerinin Gürcistan Bağları;

 Ayrıca Gürcistan beylerinin de Bitlis Hanı ile pazarlık edip anlaşmalarına rağmen Osmanlı ordusuna katılmaları da şüphe uyandırmıştır. Gürcü- Bitlis işbirliğinin 1650’lerde de var olduğunu görmek bana şaşırtıcı gelmemiştir.
Kuşatma esnasında Melek Ahmet paşa bir suikasttan Evliya Çelebi’nin uyanıklığı sayesinde kurtulur. Gelen bir padişah fermanında da Van’dan orduya katılan Sekban ve Sarıca askerlerinin Abdal Han yanında oldukları ve hemen “öldürülmelerini isteyen” ferman da gelir.

Savaşa başlamadan önce iki rekât namaz kılan Melek Ahmet paşanın, gözlerinden akan yaşlarla ettiği zafer duasında da Bitlislilerin Yezidi oldukları vurgulanır;
“-İlahi! Kuvvet ve kudret, yardım ve fesat senindir. Verme, koruma ve doğruluk, iyilik ve büyüklük yine senindir. Dini Mübin gayretine bir fırka Muhammed ümmetini başıma topladım. Elimi yüzüme alıp, kapına dilenmeye geldim. Onu hiç boş döndürmedin. Yine eşsiz padişahımdan dilerim ki, Ahmed’in bu ricasını da kabul edip bu kadar insanı acındırma. BU YEZİDİ HAŞERATINI SEVİNDİRME!

Şimdi, Said’in evlilik yorumu;

“Kızlarım, hemşirelerim,
…İşte bu izdivaca sevk eden üç sebep var:
Birisi: Tenasülün devamı için, hikmet-i İlâhiyece o fıtrî hizmete bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Halbuki o zevk, on dakikada bir lezzet verse de, eğer meşru ise, erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî meyil, bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için, ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli.. ..”Emirdağ Lyh.46
Said’in evliliğe tam bir “Çileci” mantığıyla bakmasının, kendisinin evlenmemesinin bir nedeni olan “Çlieci” yaşamının kökeni ise Yezidilerin “Kitab-ul Cilve” adlı kutsal kitaplarının dördüncü bölümünde tarif edilir. Şeytan Tavus, Ezd, Yezd veya Yezdan, uğruna çile çeken kullarını ödüllendireceğini vat eder;
“Benim uğruma acı çekmeye katlananları, kuşku duyulmasın ki, dünyalardan birinde ödüllendireceğim.”
Benim uğruma acı çekmeye katlanananları” ifadesi şeytan uğruna, onun adına duyduğu hürmet ve imanı göstermek için,  “dünya nimetlerinden el çekip kadından, maldan, mülkten uzak çlieci tekke yaşamını” anlatan bir ifadedir. Çileciliğin Zerdüştlük hariç bütün eski dinlerde olduğunu gördük.
Peki İslam buna nasıl bakıyor?
Öğrenmek için, Halife Osman ile Muhammed arasında yaşanmış bir olayı örnek verelim;

Oysa evlilik İslam’ın temel emridir. Nisa (Kadın) Suresi kadının evlilik ve boşanma hukukunu, cinsel suçları düzenlemektedir. Üçüncü Halife Hz. Osman iki kez peygamberin damadı olmuştur. İlk karısı olan peygamberin kızı Rukiye (Ürkiye de denir) ölünce Osman peygambere gelerek malını mülkünü bağışlayıp Mecusilikten kalma “Çilecilik” yaşamına gireceğini peygambere söyler. Peygamber ona;

“Ben sana iyi bir örnek değil miyim?” Der. Osman da Örnek olduğunu söyler. Peygamber tekrar sorar;
“-Ben peygamber olarak sana iyi bir örnek değil miyim?” Diye tekrar sorunca Osman demek istenileni anlar. İslâm’da “çileciliğin” olmadığını açıklar. Peygamber öbür kızı Ümmügülsüm’ü Osman’a vererek evlendirir. Kendisi de düğünden bir hafta sonra, kocası savaşta şehir düşmüş olan Haz. Ömer’in kızı Hafsa ile evlenerek düğün yapar.”

Buraya kadar iyi ama İslâm tarihinde bu olayın neredeyse hiç Müslümanların yaşamında yer almadığını görüyoruz.


Diğer yandan Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Osmanlı toprakları içinde neredeyse her yerde “ istişareye, oruca, namaza, zikire dayalı tekke yaşamı” bütün Müslümanlar arasında az çok var. Bir örneğini koyalım;

Şam Yakınlarındaki Karalar Kalesinde Şeyh Çıplak Bekâr’ın Hikâyeleri;

Evliya’nın derlediği söylentilere göre, Şeyh Çıplak Bekâr Bağdat’ta bir camide müezzindi. Gece yarısı temcit okurken Allah’ın rahmet kapısını açık görünce kendisini aşağı atar ve çıplak olarak dolaşmaya başlamış, o zamandan beri çarşı Pazar her yerde çıplak dolaşan birisiymiş.
Bir gün bir çorbacının hamile karısına kese ve sabun sürmüş ve;
-Bu senin karnındaki oğlan benim manevi evladım olup benim gibi gezsin! Demiş.
Allah’ın emir ile kadın elmas parçası nur topu gibi bir erkek çocuğu doğurmuş. O an Şeyh Bekâr gelip;

Bizim oğlanı verin! Deyip çocuğu alıpğ kulağına ezan okumuş ve annesine teslim edip gitmiştir. Allah’ın hikmeti henüz yeni doğan bu çocuk harekete başlamış ve nice kelimeler söylemiş. Beşik, kundak, elbise gibi şeyleri Kabul etmezmiş. Üç yaşına vardığında Çorbacı ağanın oğlu çıpğlak olarak Şeyh Bekâr’ın yanında gezmeye başlamış. Bütün vücud yapısı hal ve hareketleri hep şeyh Bekâr’a benzerdi.  Lakin şeyh Bekâr çok szö söylemez iken bu oğlu daima konuşurdu. Her kime rast gelse, onula söyleşirdi. Adam bulamasa hayvanlar ile veya taş ve ağaç gibi şeylerle konuşurdu. Himmeti var ola.

Şeyh Çıplak Bekâr, Karalar kalesinde başı kabak, yalın ayak ve çıplak olup, iki ellerini omuzlarına koymuş, zevk ve şevke gelmiş olduğu halde İslam askerleri arasında salına salına yürürken yüksek sesle;
-Ben Bağdad’dan geldim! Demeye başladı.
Deveciler başı Halil ağa gayet dindar bir adamdı, ona;
-Ey Şeyh Bekâr Bağdad nere biz neredeyiz? Dedi. Şeyh Bekâr kızarak;
-Bismillah!” Deyip iki elleri omuzunda iken sağ eliyle omuzundanm bir salkım Bağdad hurması çıkardı ki henüz ağacın dalından kopmuş olup kırk Osmanlı Batmanı gelirdi.

Onu Devecibaşıya verip;
-İşte Bağdad hurması! Dedi. Şeyh Bekâr Murteza paşanın yanına varıp;
-Ya Murteza, once Anadolu’ya git sonra İstanbul’a git ve sonra Bağdat’a git! Diyerek daha nice rumuzlu sözler söyleyip bir anda gözden kaybolup Şam’a döndü.
Sonra devcibaşı Şeyh Bekâr’ın verdiği hurma salkımını Murteza paşaya Verdi. Murteza paşa;
-Subhanallah, henüz kopmuş Bağdat hurmnasıdır! Diyerek once bana bir çengel hurma Verdi. Üç tanesini hatır için yedim, gerisini sakladım. Hala yanımda saklı olup sara ve nüzül (inme) hastalarınabirer tane veririz. Bir gün öncesinde Karalar kalesinde adolaşıp ertesi gün bize Bağdad hurması getirdi. O zaman Bağdat’ta hurmanın çiçeği bile yoktu. Evliya kerameti haktır.
Ermişlerden çıplak bir kimse idi. Himmeti hâzır ve nâzır ola. Onunla konuşup duasını alırdık. Benim evimde bir dairesi vardı. Bize geldiğinde muhakkak daireyi bulup elime verir;
-Defe Vur! Deyip sıçrardı. Ben çaldıkça o kendinen geçercesine raks ederdi.”

Hatta büyücülük, sihirbazlıktan mekân değiştirme ilmi gibi konulara kadar bir çok hokkabazlığın İslâm’da saygı, hürmet gördüğüne de tanık oluyoruz.

İşte Mevlana’nın oğlu Sultan Veled efsanesi;

Mekân Değiştirme İlmi- (Tayy-ı Mekân)

H.712 ‘de Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin oğlu Sultan Veled, rüyasında Larende’de oturan babaannesinin kendisine;
-Yetiş ya oğlum! Son nefesimdir. Beni defneyle! Dediğini işitir işitmez bir anda Konya’dan Larende’ye varır ve son nefesini vermeden görüşür ve öldükten sonra da Larende Mevlevi hanesine defneder. Sonra bir anda Konya’ya geri gelir.( Seyahatname-C-3-S.14 Prg.5)

Yetmedi, aynı olayın anlatımında bir de Halife Ömer’in “büyücülük” marifeti;

  “…Ereğli (Konya), İslam hükümdarı elindeyken Haremeyn (Mekke) vakfı imiş. Hatta kâfirler elinde iken kral Herakliyos bu şehrin suyunun peygamberin (Muhammed) mucizesi ile aktığını bilmekte idi. Fakat imana gelmemiştir. Ama Hazreti Ömer ve diğer müminlerin emirlerine her sene hediyeler gönderirdi.  Bu şekilde bu şehir Allah’ın resulünün himayesinde olmuştur. Zira bu Herakliyos’u Hazreti Ömer durduğu yerden parmağıyla gözünü çıkarıp kör etmişti. (Hz. Ömer de büyücü bir Yezidi miydi?) O da korkusundan hayatta bulunduğu sürece halifeye hediyeler gönderirdi. Halen bu şehir halifeler himayesinde olup Haremeyn hâkimine bağlıdır. “

Evliya Çelebi böyle olaylardan o kadar çok örnekler vermiş ki yazsam, konu başka yerlere sapar gider. Biz konumuza dönelim.
Peygamber “Çilecilik” yaşamını Hz. Osman’a yasakladığı anda bunu bütün Müslümanlara da yasaklamış olmaktadır.
Öyleyse bu İslam kültünde nasıl kaldı veya nasıl geri döndü? Sorusuna cevap arayalım.

Benim tespitlerime göre bunun iki esas açıklaması vardır;

1-      İslâm tam anlamıyla değil kısmen bile bırakın halkı, Halife ve Sahabeler arasında bile “Fikir birliği” sağlayacak şekilde anlaşılmamıştı.
2-      Peygamberin ölümünden sonra, “Müslüman olduk” diyen başta Ebu Süfyan bin Harb, oğlu Muaviye ve Muaviye’den olan torunu Halife I. Yezid zamanında Yezidiliğe geri dönülmüştür. Kürt Yezidi kitabı Mushaf-ı Reş’de “Ebubekir, Ebu Süfyan, Muaviye ve halife I. Yezid TANRI” olarak sayılırlar.

Önce İslam’ın anlaşılamaması konusunu ispat edelim;

Peygamber’in soyu olan ve ”Hicaz Arapları” olarak bildiğimiz kavim aslında “Melez” bir kavim olduğundan Bedeviler Muhammed’i peygamber görmezler. Bilmeyenler için yazalım;
Yahudilerin büyük ataları İbrahim peygamberdir. İbrahim, Sabi dininden, güneşin, gezegenlerin, yıldızların “tanrılar” olduğuna inanan Babil toplumundandır. O zamanın dini inancı gereği kız kardeşi Sara ile evlidir. Sara kısırdır ve çocuğu olmaz. “Tek kadınla evliliğe” inanan İbrahim ikinci kadın ile evlenmez. Sonra tanrısı Yahve, onu Urfa, Kudüs bölgesine göç ettirir. Bölge Mısır idaresinde olduğundan firavun askerleri Sara’nın güzelliğini görünce satın almak için İbrahim’e kadının kim olduğunu sorarlar.

O da, askerlerin para ödememek için kendisini öldürecekleri ve karısını alacakları korkusuyla, “kız kardeşi” olduğunu söyler. İbrahim’e biraz para verip Sara’yı alır saraya götürürler. O gece Firavun Sara ile birlikte olmaz. Yattığında rüyasında Yahve- Allah firavunu, Sara’nın evli olduğu konusunda uyarır ve ona dokunursa ülkesini de harap edeceğini söyler.
Korku ile uyanan firavun, İbrahim’i çağırtır, yalanı yüzünden fırçalar ve hakkında tanrıya karşı davacı olmasın diye bol miktarda para, köle ikramıyla onu zengin eder.
İbrahim böylece köşe olur ve köleleri arasında Mısır’a esir düşmüş Bedevi prensesi Hacer adlı bir kadın da vardır.

Tevrat'a göre, vaat edilen Kenan toprakları uğruna
 100 yaşında sahip olduğu oğlu
İshak'ı kurban etmeye götüren İbrahim
Sara’nın izniyle İbrahim evlenir ve İsmail peygamber doğar. Ancak, Sarayı Hacer “kısır” diye çok aşağılar. Sonunda İbrahim 100 yaşına geldiğinde Yahve’nin yardımıyla Sara İshak peygamberi doğurur. (Bakara 136. Ayet, İsmail, İshak, Yakup” şeklinde bu çocukları doğrular). Sara- Hacer sürtüşmeleri yüzünden Yahveh İbrahim’i Kudüs bölgesinden 1000 km kadar güneye Kâbe’nin olduğu yere İsmail ve annesi Hacer’i götürüp bırakmasını söyler.
Ortalıkta su b ile yoktur. Hacer, çölde su için çırpınırken, İsmail’in topuklarıyla kazdığı kum içinden Zemzem kuyusu çıkar.
Kâbe civarında büyüyen İsmail ve soyu bölgenin Bedevi (Yörük) Araplarıyla evlenirlerse de İshak ve Yakup soyu onları dışladıkları için Lut peygamberin soyu olan Moabilerle ilişkileri sürer. Allah putu da Cürmühiler tarafından Moabilerden peygamber Muhammed’İn doğumundan 600 yıl kadar önce Kâbe’ye getirilip konulmuş ve “Baş Cin/Şeytan” olarak tapınılmıştır.

Kureyş kavminin Luti ve öteki Yahudi kabileleri ile evliliklerini sürdürmeleri ve “İbrahim Suresi 4. Ayetin” Her millete kendi dilinde peygamber gönderdik”  demesi yüzünden Bedeviler Kureyş peygamberine biat etmezler. O zamanın vergisi olan Zekât vermezler.

Bunun üzerine de Hucurat Suresi 14. Ayet inmiş ve “Bedevilerin yüreklerine henüz İslam’ın yerleşmediğinden fitnecilik ettiklerini bildirir ve Bedeviler “kılıç ile terbiye edilerek” Müslüman edilirler.

Buna ikinci büyük örnek ikinci halife olacak Hz. Ömer’in peygamberin ölümü esnasında yaptığı tespitlerdir ki tam bir putperestliktir;

Peygamberin ölümünden kısa bir süre önce ilk Müslüman olan Ashabtan Ömer’in de içlerinde bulunduğu bir ordu Usame komutasında yola çıkmıştı. Peygamberin öleceği anlaşılınca, Ümmü Eymen oğlu Usame’ye haber gönderdi ve ordu Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı.
Hazreti Ömer, peygamberin hem dava arkadaşı hem de kızı Hafsa’nın evliliği yüzünden kayınbabasıdır.
 Böyle bir adam, peygamberin ölümünden sonra “ Kur’an’ın bir ayetini yanlış tefsir (açıklama) ettiğinden dolayı bir başka insan sıfatında tekrar aralarına döneceğine inandığını, onun ölmediğini ve ölmeyeceğini” savunur. Bu iddiasına o kadar inanmıştır ki, dönüşünde camide verdiği vaazlarda ve peygamberin defin işlemi için bekleşen Müslümanlara yaptığı konuşmalarda da tekrar eder.

Bu yaptığı apaçık, Yezidilikte ve öteki dinlerde var olan “Ölen Tanrı Kültü” gereğince, peygamberin başka bedende “reenkarne- yeniden canlanma” olacağına inanmak İslam’a göre putperestliktir ve dinden çıkmadır. Hadi gel de bunu Ömer’e anlat.

Peygamberin evinin önünde bu konuşmasını yaparken Ebubekir eve gelir, peygamberin cesedini görür ve yüzünü örter. Dışarı çıktığında Ömer heyecanla aynı sözleri tekrarlamayı sürdürür.

Ebubekir, “Yavaş ol Ömer!” diye birkaç kez uyarsa da Ömer duymazdan gelince Ebubekir sözünü keser ve Müslümanlara şöyle der;
“-Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyor idiyse gerçekten Muhammed ölmüştür! Kim Allah’a tapıyor idiyse gerçekten Allah diridir ve ölmez!” Demiş ve Uhud’da indirildiğini söylediği, “….peygamber öldüyse topuklarınız üzerinde geri dönüp eski inançlarınıza mı döneceksiniz…” diyen ve o zaman kadar hiç okunmadığı iddia edilen Ali İmran Suresi 144. Ayetini okur. Daha sonra Ömer yaptığı açıklamada “Ebubekir’in yaptığı o konuşmaya kadar peygamberin öldüğüne inanmamıştım, o zaman öldüğünü anladım ve yere yığıldım” demiştir.
(Yanına girip bakmak yerine olasılık sıralıyor. Aklı bu kadar adamın.)

Ömer savaşa katılmadan önce de peygamber, hastalığı yüzünden yerine imamlık etmesi için, Ayşe’nin bütün itirazlarına rağmen Ebubekir’i görevlendirmiştir. (Ebubekir Siraceddin- Muhammed’in Hayatı S-391)

Koyu Kahve- Muhammed'in bıraktığı topraklar, Kırmızımsı Dört Halife
ve Sarı Emevi haritası
Ömer’e imamet yetkisinin önerilmesine ise Ömern kızı Hafsa’nın da söz aldığı yerde Ayşe ve Hafsa’ya; “ –Siz Yusuf’un yanındaki kadınlar gibisiniz. Ebubekir’e imamlık etmesini söyle. Bırakın suçlayan hata araştırsın, haris olan da arzulasın. Yoksa Allah ve müminler buna sahip olamayacaklar!” Demiş ve son cümlesini üç kez tekrar etmiştir. Bundan sonra ölümüne kadar bütün namazları Ebubekir kıldırmıştır.
Bu olay “İslam’ın anlaşılmama ve peygamberin endişesi konusuna” yeterli bir açıklamadır.

İkinci olarak, iktidar kavgası başlar. Tarihte olmamış bir şekilde Araplar ilk kez bütün Arap yarımadasını “Tek bağımsız Arap devleti haline getirmişlerdir. Pasta büyümüştür, kabileler iktidar yarışına başlarlar ve “Kureyşliler” devlet idaresini almazsa öteki kavimlerin saygınlığı olmadığından İslam ve İslami devletin biteceği kanaatleri tartışılmaya başlanır. Ömer ve Ebubekir Ebu Ubeyde tarafından önerilince Ömer de pek istekli değildir ve Ebubekir’in yanına giderek onun elini yukarı kaldırır ve desteğini bildirir. Böylece ilk halife belirlenir.
Örneklerden birisi, Peygamberin ölümünden sonra Sa’d bin Muaz gibiler Ebubekir’in halifeliğini kabul etmeyip Suriye’ye göçerler.

İkinci örnek Hz. Ali, her ne kadar Ebubekir’e biat ettiğini söylediyse de “Bağlılık Yemini” etmemiştir. Acısını ve yalnızlığını, peygamberin cesedinin gasil edilmesi esnasında onu elbisesi üzerinden severek, “Ey bana annemden ve babamdan daha sevgili olan!” cümlesiyle ifade etmiştir.

Ebubekir’in iki yıllık halifeliğinin ardından Ömer, damadı Osman ve Ali gelmiştir. Osman ve Ali öldürülmüşlerdir.

Bunların ardından, katil ve işbirlikçi Yezidi Süfyan’ın oğlu Muaviye ve oğlu I. Yezid önemi gelir ki bu dönem İslam’a yapılan bir “Karşı Devrim’dir.”

Konumuz olan çilecilik, türbe fakirliği, sır sahibi ermiş, dervişlik, Şeyhlik, Pirlik gibi adlar ile İslâm kültüne geri dönüş yapmıştır.

Böyle “Çileci Derviş ve Mollaların” özellikle Yezidilerden çıkması çok doğaldır.

Ömrünü İngiltere’ye ve batılı Hıristiyan devletlere ajanlık dâhil her türlü hizmetle geçirmiş olan Bitlis Norşin (Gürpınar) Ermenisi veya Yahudi’si olması muhtemel olan ve “Kürtçülük” ile geçiren Yezit Said-i Kürdi ömründe hiç evlenmeyerek, para harcamayarak, manastır rahipleri gibi “Çilecilik” yaşamıştır.

Ve onun yolunda giden günümüz Nurcusu Fethullah Gülen İslâm’da yasak olan “Çilecilik ve Bekârlık” çekerek yaşamını Amerika Pensilvanya eyaletinde 600 dönümlük malikânesinde ABD-İngiliz sömürgeci siyasetlerine alet olarak geçirmektedir. Her ikisi de Vatikan’dan yani Hıristiyanlığın dini, ruhani önderi olan ve “Allah” ile haberleştiği iddia edilen Papalık makamlarından ödüller almışlardır. Fethullah Gülen’in Vatikan’a gömülmeyi çok istediğini açıkladığı videolar internette dolaşmaktadır.
“Çilecilik” ve yaptırımlarından biri olan Bekârlık hakkında benden şimdilik bu kadar

Alaeddin Yavuz

2 Mart 2012 Cuma

YAHUDI BURKA KULTU VE YAHUDI TALIBANLAR




Yahudi Jitsu 
YAHUDİ BURKA KÜLTÜ ve YAHUDİ TALİBANLAR



Ülkemizde yıllardır tartışması bitmeyen ve bir türlü sona ermeyen “Çarşaf- Peçe, Türban ve Burka” ile ilgili Kanada’da meydana gelmiş bir olayın Yahudi İnternet sitesine sıçramış halini gösterebilmek için o haberi ve yorumlarını Türkçeye çevirdim.

Umarım bu haber görmeyen gözlere, duymayan kulaklara, düşünmeyen kafalara bir kıvılcım olur. Şimdi çeviri yazıma geçelim;

09.EKİM 2011 CUMARTESİ

Kanada- Yahudi Burka Kültü ve İsrail’de Haredim;

“Globe and Mail” * Burka Kültünden olan iki genç İsrailli kadının sınır dışı edildiğini bildiriyor.

*(İnternet Haber Sitesinin adı Dünya ve Posta demektir)

Kanada'da Burka'lı Yahudiler

İsrail Akka’da adları “Yahudi Talibanlar” olarak kötüye çıkmış olan Beyt Şems (Güneşin Evi) Burka Kültünden olduklarından %100 emin değilim çünkü benim Beyt Şems ve daha önceden işittiğim “Lev Tahor” adındaki kültlerin hakkındaki çok kesin olan bilgilerime göre onların Rabbi (Yahudi din adamı) önderleri yoktur. Benim kendi tahminime göre benzer kült olmasına rağmen bunlar farklı bir kült olmalıdırlar.


Bu aile, Quebec’in (Kanada’da bir şehir adı) etrafını çevrelediği Laurentian dağlarının ortasında, İsrail ile uluslararası savaşın kıvılcımlandırdığı bir uygulamaya ait olabilir. (Blogun yazarı,İsrail’i küçük düşürmek için üretilmiş bir tarikat olabilir görüşündeymiş)
Lev Tahor, yıllardır, topluluğun nazarından uzak kalmaya özen gösteren, Montreal’in (Kanada’da) kuzey ormanlarının kenarında yaşayan bir Yahudi topluluğudur. Kadınları ve küçük kızları, Hz. Meryam’in 16 yaşındayken giydiği tepeden tırnağa vücutlarını örten peçeli “chador” (Türkçe Çadır=Çarşaf-peçe) giyerler. Sakinleri yabancılarla pek nadiren ilişki kurarlar.

Ama şimdi, Sainte-Agathe- des Monts’ta Hasidik mezhebinden oldukları dikkat çeken iki onlu yaş grubundaki kız Kanada’lı yetkililerce durdurularak evlerine gönderildi.


Kanada'da Burkalı Yahud,i kadınları

“15” ve “13” yaşlarındaki kızlar Montreal Göçmen Bürosu ekiplerince zorla alıkonularak, görünüşte İsrail Mahkemesinin kararı altında İsrail’e geri gönderildiler. Oysa, Kızların büyük amcaları, bazı gruplarca kendilerine zarar verildiğini, Lev Tahor topluluğundan bazı erkeklerce ellerinden mallarının alındığını ve evlenmeye zorlandıklarını bildiren bir dilekçeyi yetkililere henüz yazmıştı.






İsrail’de bu mezhep kadınlarının giyimleri nedeniyle “Yahudi Talibanlar” olarak çağrılırlar. Lev Tahor’ın Kanada’daki önderleri Rabbi Shlomo Elbarnes, topluluğuna girmeleri için hiç kimseyi zorlamadıklarını göstermek için Çarşamba günü bütün kayıtlarını gazetecilere gösterdi. Herkesin ayrılmakta serbest olduklarında ısrar etti.






Çok ilginç olan aşağıdaki makalenin tümünü okumanızı öneririm. Hikâyenin kendisinden çok yazarın İsrail ve Haredim tanımlamasını çok eğlenceli buldum;
“Herkesin siyah giydiği İsrail’de bile Siyah giyen kadınlar, göze çarptıkları için “Taliban Kadınları” adıyla çağırılırlar. Pek sevilmezler.

Zülüflü siyahlar giyen Hasidik Yahudi

Zannıma göre, herkesin siyah giydiği bir yerde bile ben hariç olmak isterim.
Ünlü kıvırcık zülüflü Hasidik erkekler, siyah takım elbise, siyah foter şapka, kadınları da siyah etek, siyah çorap, gri veya beyaz üstlük üstüne siyah eşarp bağlarlar. İsrail’deki Lev Tahor topluluğu yüzleri dahil olmak üzere toptan siyah giyerler.
Hasidiklerde siyah giymenin sevilen bir şey olduğunu, bunların yanlış olduğunu söylemek gereksiz ve yanlıştır.”
Yapılan bazı yorumlardan ilginç olanları;
05. Ekim.2011 22.52


“Yahudi kadınları Müslüman kadınlardan çok önceleri böyle giyiniyorlardı. Onlar bizden kopyaladılar. Literatür böyle söyler.”

”Dünyanın en aşırılarının nâm yarışları gibi…ve Kanada’nın “dini özgürlüklere gösterdiği bir çok hoşgörü örneği gibi.”
3.Cevap
Curtangst;

06.Ekim.2011 Saat-01.47


“Sadece dünyanın muhtemelen daha tuhaf olmaya başladığını düşündüğünüzde…Yahudi Taliban’a gelirsiniz!”


Yahudi din adamları ve bakanlarımız

JDonston2 06 Ekim 2011Saat-02.18

“ Bu tarikat fazla saygı görmüyor değil mi? Bir kadının anlık bakışı ile karşılaşsalar bu adamlar bütün iradelerini kaybederler, düşük gelir düzeyinde ve dar kafa yapısında oldukları hemen belli oluyor!”

Son yorum aslında noktayı koymaktadır. Üzülerek söylemeliyim ki bu tarikat hakkında olmasa bile genellikle bunlar “Tznius” hareketinin bir parçasıdırlar.

Bundan sonra da İsrail yasalarına göre “Tevrat’ın ayetlerini, öğretisini, İsrail devletini incitmenin hukuki karşılığıyla ve Araplara kabul ettirilen şartlarla ilgili Göçmen Dairesinin ilgili hükümlerini eklemişler.

Yazının sonunda da İsrail’de bir çok Siyonizm karşıtının olduğu ancak Burka Kültünün bu gruba dahil olmadığı yorumu yapılmış. Onları çevirmeye gerek görmedim. Merak eden çevirsin.

Haberi gönderen Tudela’lı Benjamin (Bünyamin) Saat 18.17
Haber Etiketleri
Burka, İsrail

Keykubatın açıklaması;

Eski Babil İmp.

Bundan çıkarılacak sonuç şudur; Yahudiler M.Ö VI.(6.) yy.da Babil’e köle olarak götürüldüler ve “70” yıl köle olarak çalıştırıldılar. M.Ö.530’larda Pers Kralı Büyük Dara (Daryus) Babil imparatorluğunu yıktı, Yahudilere ülkelerine dönme ve tapınaklarını yapma hakkını geri verdi. Rahip Ezra, unutulmuş Tevrat’ı hafızların ezberlerinden yeniden derledi. M.S.50’lerde yaşamış Yahudi tarihçisi Flavius Josephus “Contra Apion- Karşı Apıon” (Blogumda Türkçesi vardır) yazısında Pers Kralı Artakzerkses zamanında (M.Ö III.yy.)Tevrat ayetlerinin İran dini etkisinde yazıldığını itiraf etmektedir.






Babil sürgünü öncesi ve sonrasında da Yahudiler defalarca sürgün edildiler ve dünyanın birçok yerine geniş Pers İmparatorluğu ve ardından gelen Grek İmparatorluğu, Roma, Bizans, Arap Emevi, Abbasi, Selçuk, Osmanlı, Kaçarlar dönemlerinde rahatça seyahat edip yerleştiler, gittikleri yerlerde ticaretler yaptılar, zengin oldular. Ülkemizde de en zengin kesim Yahudilerdir.


Bu nedenle Afganistan’dan İngiltere’ye, Rusya’dan Amerika’ya her yerde Yahudi bulmak mümkündür. Bunların asıl kalabalık olanları ise çok önceden yerleştikleri ülkelerde o ülkenin dinlerindenmiş gibi görünen, ama içinde Yahudi olan “Kripto Yahudilerdir.”


Sabetay Sevi

Ülkemizde de “Kara çarşaf-peçe ve Türban” kültünün gerisinde yatan Sabetaycılık, Vehhbailik, Bahailik, Nurculuk ve Fethullahçılık gibi akımları çıkaranlar bu “kripto Yahudilerdir.
İngiltere ve Amerika’ya yerleşmiş bulunan Küresel mason sermayenin başında da bu sihirbaz/ büyücü Yahudi rahipleri olduğu bilinmektedir. Geçen yüzyılda çıkarttıkları iki dünya savaşına bu asırda yenisini eklemek istemektedirler ve ülkemizi de bu proje kapsamında “20.yüzyılın piyonu Almanya” konumuna getirmişlerdir.
Hükümetin dayandığı sözde temel İslam-i tarikat Nurculardır. Yahudi, Hıristiyan ve İslami ilkelerin karışımı olan bu yeni din halkımıza “İslamiyet” adıyla yutturulmuştur.

Uydudan yayın yapanNoursat Tv, Mısır Kıpti (çingene) Hıristiyanlarının kanalıdır. Gene “Türkçe adla Hotbird İtalyan uydusu üzerinden yeni yayına soktukları “Kanal Hayat” adlı televizyon Hıristiyanlık yayını yapmaktadır. Turksat üzerinden Urfalılar için Edesa Tv’yi yayına sokulmuştur. Edesa Urfa’da, Klikya da Adana, Mersin, Hatay bölgelerinde I. Haçlı Seferinden sonra Haçlı Ordularınca kurulmuş ve Müslüman soykırımı yaptırılan Ermeni devletçikleridir.

%49 oyla halkımızın güvenini bir şekilde kazanmış bu hükümet son olarak okullarda “Okulda Hayat” adlı bir kampanya başlatmıştır ve bu da Hıristiyanlık kokmaktadır.

Başbakanın son günlerde zikrettiği “Dindar ve KİNDAR GENÇLİK” istiyorum!” ifadesinin ardında yatan, Türk düşmanlığından başka bir şey değildir.


Avustralyalılar Burkalılardan bıkmışlar ve şöyle diyorlar;
"SİKTİRİN GİDİN DOLUYUZ!"
Link İngilizcedir.

Dindar ve Kindar Gençliğe dışarıdan cevap!

Kripto Yahudilere, İsmet İnönü döneminden başlayarak (1938-1950) de bunlara Yahudi Kürtleri (Alevi Kürtler, Barzaniler v.s.) eklendiler. ” Kırım Tatarları, Vehhabi Çerkez göçmenlerini (1876’dan itibaren göçenlerle birlikte) de bunlar arasında sayabiliriz. Kurtuluş savaşı sırasında işgal güçleri ile işbirliği yapmışlar, bu gün de AKP’nin “36 parçalı Türkiye” hedefine hizmet etmektedirler.

Beyt Şems Yahudisi

İsrail'de Rabbiler Burkayı
yasaklamış haberi


Bu daha çok "Çerşaf-peçe'dir.

İslamiyette böyle bir örtü yoktur. Bunlar Sümer, İran, Grek Artemis ve Venüs, Grek Hıristiyan Kültlerine ait eski köleci şeytana tapınan "Tapınak Fahişeliği Kültleri" kalıntılarıdır. En yaygın olduğu yerler de Irak, Suriye, İran ve Anadoludur. Hz. Ayşe'nin "Ferace" giydiği Kuran tefsirlerinde de sabittir. TIKLA

Saydığım gelişmeler ışığında da başka şekilde yorumlamak olası değildir. Diğer yazılarımda daha geniş bilgiler vardır.
Sizlere farkına varamadığınız bir gerçeği gösterebildiysem kendimi mutlu hissederim.
Saygılar!

Alaeddin Yavuz
keykubat

Haberin linkleri;” 1-http://mostlykosher.blogspot.com/2011/10/canada-jewish-burqa-cult-and-haredim-in.html

2-http://mostlykosher.blogspot.com/2011/01/more-on-jewish-burqa.html

Yazılarıma verdiğim linklerin çoğu bu güne kadar bir şekilde köreltildiği için, sayfada kopyalama imkânı olduğundan yazının “tercüme ettiğim bölümünü kopyaladım;

SATURDAY, OCTOBER 8, 2011


Canada - Jewish Burqa Cult and Haredim In Israel

The Globe And Mail is reporting on a the deportation of two young Israeli women, who seem to be members of the Burqa cult. I'm not 100% convinced this is the infamous Beit Shemesh "Burqa Cult" Aka as the Jewish Taliban - mostly because to the best of my knowledge the Beit Shemesh cult does not have a rabbinic leader as this article suggests, nor have I previously heard the name "Lev Tahor". My own guess is that this is a separate though similar cult:








It is an enclave of ultra-Orthodoxy in the midst of the Laurentian mountains of Quebec, and its family practices have sparked an international tug-of-war with Israel.


Lev Tahor, a community of religious Jews on the edge of the forest north of Montreal, has carried on largely away from the glare of public scrutiny for years. Women and even little girls dress head to toe in chador-like veils and marry as young as the age of 16. Residents have limited contact with outsiders.


"Yahudiler İsa içindir!" Diyen Yahudler!

But now the Hasidic sect in Sainte-Agathe-des-Monts has become the focus of attention since two teenaged girls headed here were stopped by Canadian authorities and sent back home.
The girls, aged 15 and 13, were forcibly detained by Canadian immigration officials in Montreal and returned to Israel apparently under order of an Israeli court.
The girls’ great-uncle had petitioned for the writ out of concern that the girls would be harmed by the group in Canada, that their property would be taken, and that they could be forced to wed male members of the Lev Tahor sect. In Israel, the sect is sometimes called the Jewish Taliban because of the way the women dress.
The spiritual leader of Lev Tahor in Canada, Rabbi Shlomo Elbarnes, opened his study to a journalist on Wednesday to deny that he is coercing anyone to come to his community. He insisted anyone is free to leave.

I suggest you read the whole article which is very interesting. Other than the story itself, I was amused by the writer's description of Haredim and Israel:




Even in Israel, where almost everyone wears black, the “Taliban women,” as they are called, stand out. They are not popular.


I guess I must be an exception to the "almost everyone" wearing black.






Zülüflü dindar ve kindar genç Yahudiler mi?

While Hasidic men, noted for their curled sidelocks, dress in black suits and formal black hats, and Hasidic women wear black head scarves, black skirts, black stockings and black shawls over white and grey tops, in Israel the women of Lev Tahor are dressed totally in black, including their faces.

Needless to say while black is a popular colour in Hasidic circles, this description of women clothing is false.
Some of the comments are also interesting:

10:52 PM on October 5, 2011

"Jewish women were covered in this way long before Muslim women. “They copied it from us,” the literature says."


It's like a race for the title of world's most extreme...and an example of how Canada tolerates way too many 'religious freedoms'.


3 replies






curtangst


1:47 AM on October 6, 2011
Just when you think the world couldn't possibly be any weirder....
...along come the Jewish Taliban...

JDonston2:18 AM on October 6, 2011
This sect doesn't have much respect for men, does it? If they believe that even catching a glimpse of a woman makes a man completely lose control of himself, it sounds like they have a very poor opinion of men and their basic competency.
This last comment is actually spot on. Sadly it might be correct not just about the sect, but on large parts of the "tznius" movement.

"Gerçek Yahudiler İsrail'in savaş suçlarını kınar!" Yazmışlar.
Bizim başbakan bile örtüp,
cesaret madalyası alırken iş bu bu Yahudi'nin yaptığı?


Bu yazımdan sonra gazeteci Sabahattin ÖNKİBAR'ın bu yazısı yayınlandı. Bunu da okuduğunuzda umarım bazı gerçekleri göz önüne sermiş olurum. Lütfen okuyunuz!;
Sabahattin Önkibar: Genelkurmay Başkanı’na Suriye’ye müdahale için Uludere şantajı!


Haberler - Sabahattin Önkibar

07 Şubat 2012


Emekli bir Genelkurmay Başkanı ile 58 generalin tutuklanma gerekçesi kağıt üzerinde darbeye teşebbüstür!
28 Şubat’taki post-modern darbe ile 2007 Nisan’ındaki malum muhtıra olayından hesap sormayan AKP iktidarı olmamış bir darbeyi bahane ederek onlarca generali esir aldı!

Ama 12 Eylül’den hesap soruyorlar demeyin sakın, zira böyle bir şey yok!
Açılan soruşturma ahaliyi uyutma adına tiyatro yapılmasıdır!
Söyleyin bana 12 Eylül bağlamında tutuklanan, sabaha karşı polis ve kameralar eşliğinde ifadeye götürülen oldu mu hiç ?

Hem koca bir darbeyi iki kişiye yani Evren ile Şahinkaya’ya ciro etmek olacak iş midir?
Hadise açık ve seçik olarak toplumu uyutma adına düzenlenmiş bir tuluattır ve hukuki hiç bir sonucu olmayacaktır!
Dolayısı ile AKP’nin derdi darbelerden hesap sormak değil Atatürkçü ordu ile hesaplaşmak ve de ona gözdağı vermektir.
Dahası Cumhuriyet ile onu kuran iradeden rövanş almaktır!

Öyle olmasaydı ortada somut bir suç yok iken onlarca general zindana tıkılmazdı!


Bütün bunlara ilaveten AKP iktidarı bu tutuklamalarla korku salarak iktidarını kurumlaştırmanın peşindedir!
Tabii işin bir de diyet boyutu vardır!

AKP’nin malum, iktidarını borçlu olduğu Paxamericana’ya taahhütleri vardır.

TSK’nın ABD çıkarları doğrultusunda kullandırılması bu taahhütlerin en önemlisidir.
Artık herkesçe biliniyor Irak’tan askerini çeken ABD’nin TSK’yı Ön Asya ya da Ortadoğu’da cephe figüranı ya da malzemesi olarak kullanmak istediği ortadadır.

Ancak ne var ki Türk Silahlı Kuvvetleri ABD’nin ardına takılıp Mehmetçiği Arap Çöllerine gömmek istemiyor ki, bu bakışı ve duruşunu yakın geçmişte Orgeneral Necip Torumtay’ın istifa etmesiyle eylemli olarak ortaya koymuştu!
İşte TSK üzerinde estirilen korku rüzgarlarının bir başka amacı generalleri ABD’nin istekleri doğrultusunda boyun eğdirilmesidir!


MGK’da askerlerin Suriye’ye müdahale yanlış olur görüşünü dillendirmesinin hemen sonrasında İlker Başbuğ’un tutuklanması hiç kuşkunuz olmasın askere korku salma operasyonudur!

Ve son bir haber:

Başkent’in öbür yakasındaki fısıltılara göre Genelkurmay Başkanı Necdet Özel Suriye’ye müdahale karşıtı duruşunu değiştirmez ise Uludere bombalaması bahane edilerek hakkında dava açılacak ve belki de tutuklanacaktır. Soruşturmanın bir türlü bitmemesini buna yorumlayanlar var!
İyi ama bu fısıltılar şayet doğru ise böyle bir devlet yönetimi olur mu?
Ben Necdet Paşa’nın asla ve kat’a böyle bir şantaja boyun eğeceğine inanmıyorum!


Sünni-Şia fitnesi için ABD’den Taliban’a Katar’da üs!


Tabloya bakar mısınız?

ABD güya Afganistan’da Taliban’la vuruşuyor ama ona Katar’a üs kuruyor!

Evet şaşırmayın Katar Taliban’ın ülkesinde büro açması ve faaliyet yapmasına izin verdi!

Sakın Katar’ın ABD ile ne alakası var demeyin!

Katar CIA ile Pentagon’un bölgemizdeki merkez üssüdür!

ABD İran dahil bütün bölgeyi Katar’daki üssünden izler!

Keza CIA’nın yayın organı olan El Cezire’nin merkezi Katar’dır!

Evet Katar zerre mübalağasız ABD’nin Körfezdeki bir adası hüviyetindedir!

İşte böyle bir yere Taliban büro açıyor yani üs kuruyor!

Bunun anlamı şudur:

Katar Taliban’la anlaştı ki zaten Taliban’ı Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sonrasında CIA kurmuştu.

Şimdi her şey aslına rucu ediyor yani derin Taliban efendisi ABD ile yine kol kola giriyor!

Gelelim ABD-Taliban ittifak ilanının gerekçelerine:

Birinci boyut ABD Taliban’ı Sünni – Şia fitnesini çıkarmak için kullanmak istiyor ve Lübnan’daki Şia Hizbullah’ına karşı Katar’da üstlenen Taliban’ı çıkarmak istiyor yani Taliban’ı Sünnilerin militan ya da vurucu timi yapmak istiyor!

Evet Taliban’a CIA’nın verdiği yeni görev Müslümanlar arasında fitne savaşının öncüsü olmasıdır.

25 Şubat 2012 Cumartesi

İNGİLİZ RAHİP AJANI MR FREW ve NURCULUK

İNGİLİZ RAHİP AJANI MR FREW ve NURCULUK

Fransa'da yakılan Mason
Tapınak Şövalyeleri
1450’lerde Fransa’da yakılarak, kaynatılarak değişik işkencelerle imha edilen mason Tapınak Şövalyelerinden kurtulanların bir kısmı Almanya, Avusturya, Rusya gibi Ortodoks ülkelere sığınırken büyük bölümü de İskoçya’ya sığınmışlardı. 16.yy.da İskoç kralını öldürerek saltanatı ele geçiren tapınak şövalyeleri, aralarında bulunan kendilerinden önceki dönemlerde İran, Suriye, Irak ve Mısır’dan kovulan “kripto büyücü rahiplerle” birleşerek 1550’lerde İngiliz tahtını da idareleri altına aldılar.

1565 yılında İspanyol Armadasını Manş denizine gömerek dünya hâkimiyetini ellerine geçirdiler. 18.yy. içinde Fransız ve Hollandalılarla birlikte Hindistan’daki Babür Hanlığını yıkarak Çin üzerine yürüdüler ve bir buçuk ayda bu koca imparatorluğu ellerine geçirdiler.

18.yy. ortalarında İran Kaçar Hanlığı üzerine başlattıkları seferlerden zaferle çıkarak İran ve Afganistan üzerinde hâkimiyetlerini kurdular. 19.yy ortalarında İngilizler Fransız ve Hollandalı ortaklarını devre dışı bırakarak bölgeye tek başlarına hükmetmeye başladılar.
İşte bu dönemde sömürge halklarını kendilerine bağlamak, kendi kralları, padişahlarından soğutmak için onlara ücret ödediler ve adil göründüler. Ancak bu siyasetleri onları zengin etmek için değildi ve sinsice Osmanlı imparatorluğu ile Afganistan’dan elde ettikleri esrar ve türevleri ile Amerika kıtasından elde ettikleri tütünü satarak onların sağlıklarını bozuyor ve uyuşturucu müptelası haline getirerek ödedikleri ücretleri geri aldıkları gibi borçlandırarak soyuyorlardı.
1830’larda Çin imparatorunun oğlunun da bu müptelalara karışması üzerine Çin imparatoru esrar ve türevlerinin ticaretine karşı savaş açıyor, Şangay limanında otuzdan fazla esrar gibi uyuşturucu yüklü gemiyi yaktırıyordu.
İngiliz elçisinin “serbest ticaretin engellenmesinin önlenmesi” içerikli kraliçe Viktorya’ya yazdığı mektup derin tartışmalardan sonra Çin’e “Serbest Ticaret Dersi” verme kararının çıkması ile neticeleniyor, gönderilen uzun menzilli toplara iki savaş gemisi, Çin imparatorunun Pekin’deki yazlık sarayında tahtını kafasına geçiriyordu.
Kısa menzilli olan Çin topları yüzünden Çin savunması çöküyordu.

İngilizlerin bu başarısı onları yeni heveslere yönlendiriyordu. Bu heveslerden birisi de dünya imparatorluklarında “Masonluk temelli” yeni din anlayışını kabul ettirmekti.
İşte bu bağlamda bu ülkelere dayattıkları yeni dün kültleri paralelinde Hindistan’da Moğol kökenli Ahmed-i Kadıyani üzerinden “Kadıyanilik, İran’da Bahailik, Mısır’da Efganilik, Osmanlı imparatorluğundan koparacakları Arabistan için Vehhabilik ve sözde Kürdistan için de Nurculuk dinini üretmişlerdi.

Kurtuluş Savaşı sırasında “Nurculuk” henüz oluşmadığı gibi Said-i Kürdi Deliüzzaman’ın da pek meşhur bir kişiliği yoktu. Bu dönemde teslimiyetçi, mandacı sözde Müslümanların dinleri gene İngilizlerin hazırladıkları “Sahte İslam” olan Vehhabilik, Kadıyanilik, Bahailik ile Mısır’da yayılan, “tanrıya inanmadığı için” İskoç Mason Locasından kovulan Molla Afgnai’nin kurduğu Efganilik sapıklıklarıdır.
Nurculuk gerçek kimliğini Said-i Kürdi Deliüzzaman’ın TBMM’de verdiği “Namaz Fetvasının” ardından milli mücadeleden dışlanıp Van’a gitmesiyle Said-i Meşhur’un kapandığı medresede yukarıdaki sapık inançları birleştirerek oluşturur.
Bu sahte Kürt İslam’ı Cumhuriyetin ilanını takiben çıkartılan 26 Kürt isyanını tetikler. Said-i Kürdi Deliüzzaman, 1926’da Şeyh Sait isyanından “fikir babalığı yaptığı için” sorumlu tutularak Isparta’ya sürgüne gönderilir.
Ortadaki zat Said-i Kürdi'nin Menderes ile
bağlantısını kuran kuryesidir!

14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidarı döneminde Said-i Kürdi Deliüzzaman adıyla yazdırdığı saçmalıkları, Osmanlı’dan kopartılan topraklar üzerindeki Müslümanların emperyalizmine karşı verdikleri savaşın “boşuna olduğunu”  ve batılı devletlere teslimiyeti öngören sözde Hilafet emriymişçesine bu insanlara dayatılarak teslimiyetlerinin sağlanmasında kullanılır. Nurculuk gerçek kişiliğini bu aşamalarda yazılmış saçmalıklarla bulacaktır.

1952’de Deliüzzaman Vatikan’dan aldığı takdirnameyi gururla “Tahrir-i Hayatım” adlı saçmalığına koyacaktır.
12 Eylül 1980 darbesinin ardından iktidar olan Tunceli Çemişkezek kökenli Yezidi olan Turgut ÖZAL’ın çabalarıyla Fethullah Gülen adlı Nur takipçisi üzerinden oluşturulan yeni teslimiyetçi görüş de “Fethullahçılık İslam’ı” olarak Müslüman ülkelere dayatılacaktır.
Bu konudaki geniş çalışmalarımı bloglarımda yayınlanmış önceki çalışmalarımda görebilirsiniz.
Açıklama;
Aşağıdaki yazı tamamıyla alıntıdır. Yazılarıma kaynak teşkil etmesi için bilgisayarıma kopyaladığım bu yazının yayınlandığı blog’a daha sonraları ulaşamadığım için yayınlıyorum.

Zira, dün Google Mozilla tarayıcısı ile yaptığım taramada “Türkiye Türklerindir- keykubat. blogspot.com” bloğumdan bir tek yazıya ulaşamadım.

İnternet üzerinde yapılan hem hükûmet hem de Amerikan istihbaratı kaynaklı bu karartma Masonluk merkezli Amerikan İslam’ı olan bu yeni dinin aleyhine yazılan bütün çalışmaları engellemektedir.

Başbakan’ın “Dindar Gençlik istiyorum” açıklamasının ardından piyasaya sürülen “4+4+4” yıllık eğitim düzenlemesindeki “dindar gençliğe” biçilen din de bu “Amerikan İslam’ından” başka şey değildir.
Aşağıda adı geçen Mr. Robert Frew, Norşin (Gürpınar) Ermeni’si “yazı yazmayı bilmeyen” ve bu yüzden soyadı da “Okur” olan Sadi-i Kürdi Deliüzzaman’ın (Cumhuriyet döneminde Nursi ve Bediüzzaman)  İngiliz Mandacılığı yanlısı Volkan Gazetesinde onun adıyla yayınlanan yazıları hazırlayıp veren İngiliz rahip casusudur. Atatürk’ün ifadelerinde bu çok açıktır.

Şimdi bu olayların Kuruluş Savaşımız süresinde (1919-1923) bağımsızlık savaşına nasıl olumsuz etkileri olduğunu Mustafa Kemal Atatürk’ün kaleminden okuyalım;

MİSTER FREW'A YAZDIĞIM MEKTUP



Efendiler, bu geniş örgütlenmeye engel olmak ve yaratılan tehlikeli durumlara son vermek için elimizden elen her çareye başvurduk. Şimdiye kadar dile getirdiğim ve bundan sonra sırası geldikçe de hatırlatmaya çalışacağım, bildiğiniz isyanları, ihtilâlleri, resmî düşman kuvvetlerinin tecavüzlerini bastırmak ve yok etmek için çok uğraştık.
Ali Rıza Paşa Kabinesi, gözüne batan Kuva-yı Milliye'yi batırmaya ve bunun için bizimle didişmeye çalışmaktan başka bir yardımda bulunmadığı gibi, ondan sonra iktidar mevkiine gelen sayın arkadaşları da onun yolunda gitmekten ve sonunda felâketten felâkete ve rezaletten rezalete sürüklenmekten başka bir hizmet görmediler.
Efendiler, bütün bu gizli tertip kaynaklarının, Rahip Frew'un kafasında toplandığı ve oradan din kardeşlerimiz olacak hainlerin kafalarına akıtılarak eylem haline dönüştüğü tahmin edildiğinden, Rahip Frew'un, bir süre için olsun, bu işlerden uzak kalmasını sağlar düşüncesiyle, bizzat kendisine bir mektup yazdım. Mektubun iyi anlaşılabilmesi için şu bilgiyi de ilâve edeyim ki, ben, Mister Frew ile İstanbul'da bir iki defa görüşmüş ve tartışmıştım. Frew'a Fransızca olarak gönderdiğim mektubun Türkçesi şudur :

Mister Frew'a (Fru);

Sizinle, Mösyö Marten'in aracılığıyla yaptığımız görüşmelerin hâtırasını memnuniyetle saklamaktayım. Yıllarca memleketimizde ve milletimiz arasında yaşamış olan sizin, hakkımızda en doğru düşünce ve kanaatleri taşıyacağınızı beklerdim. Oysa, ne yazık ki, İstanbul çevresinde sizinle bağlantı kuran bazı gafil ve menfaat düşkünü kimselerin, sizi yanlış yönlere sürüklediklerini pek büyük bir esefle anlıyorum.
Bunlar arasında Sait Molla ile hazırlanıp uygulamasına başladığınız, güvenilir kaynaklardan haber alınan plânın, İngiliz milletinin gerçekten suçlanmasını gerektirecek bir nitelikte olduğunu bildirmeme müsaadenizi rica ederim. Milletimiz, Sait Molla' nın değil, fakat gerçek vatanseverlerimizin gözüyle görüldüğü takdirde, böyle plânların artık memleketimizde ve milletimiz üzerinde uygulama alanı kalmadığı yargısına kolaylıkla varılabilir.

Nitekim, daha bugünün olaylarının arasında yer alan Adapazarı ve Karacabey hâdiselerinin başarısızlığa uğramış olması, sözümüzü doğrulamaya yeterlidir, Ancak, buna ne gerek vardı? İngiliz subayı Nowill' in, Diyarbakır bölgesinde. Müslüman Kürt halkını kışkırtmak için pek çok çalıştıktan sonra, Malatya'da eski Elâzığ Valisi Galip ve Malatya Mutasarrıfı Halil Bey' lerle Sivas aleyhine yaratmaya çalıştığı olay, sonuç olarak bütün medeniyet dünyasına karşı utanç verici değil miydi?
Size bütün ciddiyet ve samimiyetimle arz ederim ki, İngiliz milleti, milletimizin kendisine karşı gösterdiği dostluk ve güvene değer vermiyorsa, bundaki yanılgı pek derindir. Aksi takdirde ise, kullandığınız yöntemler pek sakat olup sonuca ve başarıya ulaştıracak nitelikte değildir. Sait Molla vasıtasıyla Adapazarı'na gönderilen iki bin liranın, yakında olumlu sonuç getireceği şeklinde verilen, sözün asılsızlığını, olaylar size ispat etmiş olacağından fazla söze gerek görmem.
Özellikle sizinle bağlantı kuran sahtekârlar tarafından, ortak çalışmalarınızda ve meselelerinizde Osmanlı Padişahı'nın da rolü varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir. Siz pekâlâ takdir edersiniz ki, Zâtışâhâne sorumsuz ve tarafsız olup, millî irade ve hâkimiyetimizi ilgilendiren gerçekleri değiştirmez ve bozmazlar.
Memleketimizde bulunan İngiliz siyasî memurlarının, şüphesiz İngiliz milletinin eğilim ve çıkarlarına aykırı olarak, vatan ve milletimiz aleyhinde, insanlık ve medeniyet dışı ölçülerle yapılagelmekte olan teşebbüslerini, elimizdeki belgelerle İngiliz milletinin gözleri önüne serersek, sonuç, dünyaca takdire değer görülmez sanırım.
Ancak, bu konuda garipliği dolayısıyla şunu da arz etmek mecburiyetindeyim ki, siz bir din adamı olarak, siyaset oyunlarında ve hele kanlı çarpışmalarla sonuçlanacak işlerde rol oynamak sevdasına kapılmamalıydınız. Sizinle yaptığım görüşmelerde sizi bu türlü bir politika adamı olarak değil, insanlığa hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir insan gibi görmüştüm. Bunda ne kadar aldandığımı, son aldığım güvenilir bilgilerin doğrulamakta olduğunu bildirmekle şeref duyarım.

Mustafa Kemal

İngiliz Muhipleri Cemiyeti Üyeleri;

İngiliz rahip Robert Frew
Kâmil Paşazade Şevket Bey
Dahiliye Nazırı, gazeteci Ali Kemal
Filozof, şair Rıza Tevfik
Sultan Vahdettin
Gümülcineli İsmail

20 Mayıs 1919'da İngiliz himayesini ve mandacılığını savunan, başkanlığını Kamil Paşazade Şevket bey, İkinci başkanlığını Adliye Müsteşarı Sait Molla'nın yaptığı kurucuları arasında kendisi dışında, Filozof Rıza Tevfik, Gümülcineli İsmail gibi kimselerin bulunduğu İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin (İngiliz dostları derneği) kurulmasına öncülük etti. Atatürk Nutuk'da Sultan Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit, Dahiliye Nazırı (içişleri bakanı) Ali Kemal, Âdil ve Mehmet bey'lerin ve İngiliz Rahip Frew'un da bu derneğin üyeleri arasında bulunduğunu yazmış ve derneğin iki amacının olduğunu belirtmişti.

Birincisi işgal günlerinde İngiliz'lerle iyi geçinmek ve onların sempatisini kazanarak Sevr antlaşmasına dayandırılarak başlatılan yabancı işgalinden en az zararla çıkmak. Atatürk' göre bu amaç su üstünde görünen amaçtı
Derneğin asıl ve gizli olan amacı halkın yabancı işgaline ve kendisine yapılan zulüm, baskı ve haksızlıklara isyan etmesini önlemek ve millî şuuru yok etmekti:

Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Frew idi: Bu derneğin iki yönü ve iki ayrı niteliği vardı. Biri açık yönü ve usulüne uygun teşebbüslerle İngiliz himâyesini sağlama amacına yönelmiş olan niteliği idi. Öteki de gizli yönüydü. Asıl faaliyet bu gizli yöndeydi. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilâl çıkarmak, millî şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler, derneğin bu gizli kolu tarafından idare edilmekte idi. Sait Molla 'nın derneğin açıktan yaptığı çalışmalarında olduğu gibi gizli çalışmalarında da ondan daha çok rol oynadığı görülecektir. Bu dernek hakkında söylediklerim, sırası geldikçe yapacağım açıklamalar ve gereğinde göstereceğim belgelerle daha kolay anlaşılacaktır.

Kurucusu olduğu İslam Teali Cemiyeti (Cemiyet-i Müderrisîn) tarafından 25 Eylül 1919 tarihinde Kuva-i Milliye'ciler aleyhinde çok şiddetli ifadeler içeren bir bildiri yayınlandı. Bu bildiride Kuva-i Milliye'cilere kudurmuş haydutlar şeklinde hitap edilmiştir.[5] Bildirge dönemin İkdam gazetesinin 26 Eylül 1919 tarihli baskısında yer aldı. Hükûmet, Anadolu'da Yunan mezalimi'ne ve Fransız işgali'ne karşı oluşan direnişi dindirmek için bildiriyi uçaklardan atarak dağıttırdı.
8 Kasım 1919'da Ermeni tehcirinde Yozgat bölgesinde ihmali bulunduğu gerekçesiyle işgalci devletlerin baskısıyla yargılanan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in[6] [7]idam kararı Sultan Vahdettin'in önüne geldiğinde Vahdettin idam kararını imzalamadı; intikam duygularıyla olayların büyüyebileceğini öne sürdü ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'den fetva istedi. Şeyhülislam Mustafa Sabri'nin Fetvasıyla Nisan 1919'da Kemal Bey idam edildi. Daha sonra 14 Ekim 1922 tarihinde müstevli devletlerin baskısıyla idam edilen Kemal Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Milli Şehit ilan edilmiştir.
11 Nisan 1920 tarihinde Milli Mücadele başlatmak için kongreler düzenleyen içlerinde Mustafa Kemal Paşa'nın da bulunduğu Milliyetçi ileri gelenler hakkında ölüm fetvasını kaleme aldı.[8]
Bu tarihte Şeyhülislam olan Haydarizade İbrahim Efendi, Mustafa Sabri'nin kaleme aldığı fetvayı okuyunca imzalamayı reddetti ve istifasını verdi. Ağdalı bir dille yazılan fetvada özetle şunlar denmekteydi:
Padişah'ın aksi emrine rağmen istilacılara karşı direnişe geçen milliyetçilerin öldürülmeleri caiz olmakla kalmayıp hatta her Müslümanın dini görevidir. Bu uğurda ölenler şehit, kalanlar gazi sayılır.
Haydarizade İbrahim Efendinin istifasının ardından fetva meselesinden vazgeçilmedi. Fetvayı imzalayacak birisi arandı ve Dürrizade Abdullah Beyefendi bulundu. Mustafa Sabri'nin yazdığı fetva Dürrizade tarafından verildi, Damat Feritin Onayı ve Padişah Vahdettin'in buyruğuyla duyuruldu.

Mustafa Sabri, Sadık Albayrak'ın yeniden basımını yaptığı ve sunuş bölümlerini yazdığı Hilafet ve Kemalizm[9] kitabında Milli Mücadele, Türklük ve Mustafa Kemal Paşa hakkında hakaretamiz ifadeler kullanmıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın padişahın fermanıyla gönderildiği Anadolu’da kuvvet ve nüfuz kazandıktan sonra padişahın emirlerini dinlemediğini iddia etmiş, kendi namına hareket etmeye başladığını, İstanbul'da müstevli devletlerin esareti altındaki Hilafeti kurtaracakmış gibi davranırken ve faaliyetlerini hilafet makamına hizmet şeklinde gösterirken peşinden sürüklediği kuvvetle daha sonra Hilafetin kaldırılmasına karar verdiğini söylemiştir. Bunu dile getirirken Üslûbunu iyice bozmuş ve kitabında şu ifadeyle Mustafa Kemal Paşa'ya hakaret etmiştir:
Yani bütün hareketlerini hilafet makamına hizmet şeklinde göstermiş iken, nasıl kahpelik ve hayasızlıktır ki hilafetin en çirkin tezyifler ve tahkirler altında birden bire ilgasına cesaret etmiştir.[10]
Sadık Albayrak'ın yeniden basımını yaptığı Hilafet ve Kemalizm kitabında Mustafa Sabri Efendi'nin Mustafa Kemal Paşa hakkındaki tenkitlerinde hakaret sınırlarını da aştığı ve düpedüz sövgü yoluna gittiğini görülür.
Mustafa Kemal'in ve Ankara Hükümeti'nin kahpeliklerini, sahtekarlıklarını şu ufacık mukaddime'ye sığdıracak değilim. Demek isterim ki bu şekil değiştirmeler, bu zıtlıkları işleyebilmek için insan utanmamazlıkta da kahraman olmalıdır. Hele dinsizlik olmadan haksızlığın, hayasızlığın bu derecesi tasavvur olamaz.[11]

Sadık Albayrak'ın yayına sunduğu Hilafet ve Kemalizm kitabında Mustafa Sabri Efendi, çok ilginç bir iddiada bulunmuştur. Atatürk'ün İngilizlerle işbirliği yaptığı için Musul'u İngilizlere bırakıp karşılığında kurşun atmadan İstanbul'u aldığını iddia etmiştir. Bunu yazarken hakaretamiz üslubunu sürdürmüştür:
İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin İstanbul'dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir[12]
1922’de Ankara Hükümeti, İtalyan ve Fransızların kurşun atmadan Anadolu’yu terk etmelerini sağlamasından ve Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk ordusunun, Yunan ordusunu trajik bir hezimete uğratıp Anadolu’yu kurtarmasından sonra Mustafa Sabri Efendi ailesini alarak İngilizlerin temin ettiği bir yük gemisiyle Mısır'a gitti. [13]
Bir ara tekrar Yunanistan'a sığındı. Burada Oğlu İbrahim ile birlikte Yarın ve Peyamı-ı İslam gazetelerini çıkardı. İtalyan gazetelerinde yer alan bir bildirisinde Türklere Müslüman barbarlar dedi. Ankara Hükümetinin Musul üzerinde hak iddia etmesinin gülünç olduğunu yazdı.[14]
Yüzellilikler listesinde yer aldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Yunanistan'dan sonra gittiği Mısır El-Ehzer üniversitesinde din dersleri verdi.
1954 yılında Mısırda öldü.
Şapka kanununa, Medeni kanun'un kabulüne, Harf Devrimine, Halifeliğin kaldırılmasına, Kuran'ın Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıkmıştır.

Türk Milliyetçiliğine karşı çıkmış, Yunanistan'da çıkardığı Yarın gazetesinde 1927 yılında yazdığı şiirde Türklüğüne tövbe ettiğini, Türklükten istifa ettiğini söylemişti:

“Yalnız Müslüman ve insan
Olarak kalmak üzere, Türklükten,
Şeref ve izzetimle istifa
Ediyorum
Allah'ın huzurunda!...
...
Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme
Beni Türk milletinden ad etme” (Zaten dönmedir.)

Bir yazısında milliyet hakkında Milliyet önemli bir şey idiyse, bir Türk dili veya bir Çerkez dili yanında Arap dilinin çok daha üstün olduğunu belirterek, bunların yanında daha büyük olan Arap milliyeti ile iftihar etmenin daha akla uygun olacağını söylemiştir.
...Arapça'yı lisan ittihaz etmek derecesinde kendimize mal dinmek isterim. Amma bundan Türklüğümüz mutazarrır olurmuş... Biz müstefid oluruz ya!...
Yukarıdaki sözünden de anlaşılacağı gibi milliyetin önemsiz bir şey olduğunu önemli olanın sağlanacak fayda olduğunu ifade etmiştir. Hayır, önemli olanın Müslümanlık olduğunu söylemiştir.

SAİT MOLLA

(Sait Molla, Said-i Kürdi Deliüzzaman değildir. Bu dönemde emperyalistlerin ajanlığını yapmaktadır. Sonradan meşhur olacaktır. Bu zamandaki adı sadece Said-i Meşhur’dur. Sonra Said-i Kürdi, Cumhuriyet döneminde Nursi ve 1926’daki sürgün hayatından sonra da Bediüzzaman olacaktır. Tahrir-i Hayatım adlı kitabına bakabilirsiniz. Keykubat)

Hürriyet ve İtilaf Partisine kurucu üye olarak katıldı. Birinci dünya savaşından sonra Damat Ferit Paşa'nın Sadrazamlığını yaptığı Hürriyet ve İtilaf Partisi hükûmetinde Şûra-i Devlet (danıştay) üyeliği, Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı görevlerine getirildi. Ayrıca bir dönem dava vekilliği de yapmıştır. Kürt Teali Cemiyeti üyelerindendir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin başkanıdır. İstiklâl Savaşında işgale ve mezalime karşı mücadele başlatan direnişçi Türklerin aleyhindeki faaliyetleri sebebiyle Ankara hükûmeti tarafından yüzellilikler listesinde 98. sırada yer almış ve yurttan çıkarılmasına karar verilmiş ancak zaten Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi'nden önce İngiliz elçiliğine sığınmış ve İngiliz General Harrington'un verdiği İngiliz pasaportuyla yurdu terk etmiştir.
İngiliz ajanlığı iddiası [değiştir]

İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesi İngiliz Ajanı Rahip Frew ile yaptığı yazışmalar ele geçmiş ve bu mektuplarda Frew'dan yüklü miktarlarda para aldığı ve bu paraları isyan çıkartmak amacıyla Anadoludaki bazı şifreli isimlere gönderdiği anlaşılmıştır. Nutuk'da belgeler bölümünde Rahip Frew'a yazdığı mektuplar verilmiştir. Ajan Frew'a yazdığı mektuplarda Kürt Teali Cemiyeti mensuplarına ve doğudaki faaliyetleri için para gönderdiğini yazmıştı.[1]
Mustafa Kemal Rahip Frew'a daha sonra mektup yazar ve Sait Molla'ya Adapazarı ve Karacabey'de isyan çıkarttırmak için verdiklerini bildiklerini açıklar.[2]

Tarihçi Cemal Kutay kitaplarında Sait Molla'dan İngiliz ajanı diye bahsetmektedir.[3]
İşgalici devletlerin baskısıyla Ermeni techirinde sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla Divan-ı Harp mahkemesinde yargılanan Kemal Bey'in davasında mahkeme heyetinde idam kararını verenler arasındaydı.
Kürt Teali Cemiyeti (Kürt Yücelme Derneği), doğu illerinde, bağımsız bir Kürt devleti kurulması amacı güden, gayesini gerçekleştirebilmek için doğu illerinde şubeler açmış bir cemiyettir. Bu cemiyetin, 1919 yılında Anadolu'da işgale karşı başlatılan milliyetçi direnişi kırmak için İngiltere tarafından kullanıldığı ile ilgili belgeler yayınlanmıştır.

Atatürk bu cemiyetin amacının, yabancı devletlerin himayesinde bağımsız bir Kürt devleti kurmak olduğunu belirtmiştir.[1] 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından alınan bir kararla cemiyetin faaliyetlerine son verildi.

Bağımsız Kürdistan kurma girişimleri

22 Aralık 1918 tarihinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Kürdistan Teali Cemiyeti arasında anlaşma imzalandı. Bu anlaşmayı cemiyet adına başkan Seyyit Abdülkadir, üyelerinden Sait ve Mehmet Ali, Hürriyet ve İtilaf fırkası adına ise Zeynelabidin (Konya Mebusu), Vasıf (Karesi mebusu), ve Mustafa Sabri Efendi imzaladılar.

Anlaşma gereğince Kürt nüfusunun daha yoğun olduğu bölgelerde İslam Halifeliğine ve Osmanlı saltanatına bağlı kalmaları kaydıyla özerk bir yönetim şekli tanınacaktı.[14]

Seyyit Abdülkadir'in başkanı olduğu derneği, kuruluş beyannamesinden farklı olarak siyasi amaçlarla kullanması, özerklik ve bağımsızlık ile ilgili görüşmeler yapması, İstanbul Hükümetini rahatsız etti. 18 Haziran 1919 tarihli kabine toplantısında Kürdistan Teali Cemiyeti'nin siyasetle uğraşmaması konusunda görüşüldü. Seyyit Abdülkadir'in bağımsız Kürdistan kurmak amacıyla İngilizlerle yaptığı görüşmeler İstanbul Hükümetince izleniyordu.

Bunun üzerine Cemiyet ileri gelenleri 10 Temmuz 1919 Tarihinde Babıâli'ye çağrılarak siyasetle uğraşmamaları, yabancı devlet temsilcileri ile görüşmemeleri ve bağımsızlık için çalışmalar yapmamaları konularında ihtar edildi.[15] Bu toplantıda Abdülkadir Efendi adına konuşan Mevlanzade Rıfat'ın sözleri gerginliğe sebep oldu. Mevlanzade Rıfat'ın, Wilson Prensiplerine göre bağımsız Kürdistan taleplerine karşı çıkılamayacağını, Kürtlere özgürlük ve güvenlik sağlayacak tek devletin de İngiltere olduğunu, Türk Hükümetinin (İstanbul Hükümeti) önce kendi başının çaresine bakmasını söylemesi üzerine Ahmet Abuk Paşa yerinden fırlayarak hiç kimseye bir karış toprak verilemeyeceğini söyledi.[16]
Sivas Kongresinin basılması
Ana madde: Ali Galip olayı

Sivas Kongresi'nin dağıtılması ve Mustafa Kemal Paşa'nın ortadan kaldırılması girişimine Cemiyet'in karıştığına dair kanıtlar yayınlanmıştır.
8 Haziran 1919 tarihinde Diyarbakır Vali Vekili Mustafa Bey, 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa'ya telgraf çeker. Telgrafında bazı gençlerden oluşan Kürt Cemiyeti'nin İngiliz koruyuculuğunda bir Kürdistan kurma düşüncelerini yanlarında bulunan Süleymaniye siyasî hâkimi (İngiliz subay) Mister Noel ile birlikte propaganda etmeleri üzerine halk arasında tepkiler oluştuğunu, bu durumun cemiyetler kanununa aykırı bulunduğunu ve cemiyetin kapatılarak haklarında yasal kovuşturma başlatıldığını yazar.[17]

15 Haziran 1919 tarihinde 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, bu telgrafa bir şifreli telgrafla cevap verir. Bütün milletin bekası ve bağımsızlığını kurtarmak için herkesin birleştiği bir dönemde yabancı bir devletin koruyuculuğuna sığınarak horlanmış ve tutsak yaşamayı seçen her türlü görüşlerin, ülkeyi bölücülüğe götürecek her türlü derneklerin dağıtılmasının pek yurtseverce ve zorunlu bir görev olduğunu yazar ve Kürt cemiyeti hakkındaki davranışın isabetli bulduğunu belirtir.[18]

Hırstiyan Rahip ve rahibeler

Dünün Osmanlı topraklarını ve halklarını sömürgeci devletlere köle edecek siyasetlerini güdenler, ihanetleri yüzünden kovulduklarında, “dövülen köpeğin sahibinin arkasına saklanmasını” andıran davranışlar içinde efendilerine sığınarak onların kucaklarından havladıklarını bu yazı gayet kesin olarak göstermektedir.
İşte sömürgeci devletlerin istihbarat masalarında hazırlanmış bu “sahte İslam-î hareketler” özünde teslimiyetçidirler. Başka devletlerin “koruyuculuğunu” yani “mandacılığını” (İngilizce Mandate’den) istemektedirler. Bu istekleriyle de Türk ve Müslüman dünyasını köleleştirmeye hizmet etmektedirler. Büyük önder Mustafa Kemal işe bu yüzden bunları hedef tahtasına oturtmuştur ve onlarla savaşmıştır.

Nurcu çarşaf-peçeliler
1950’den beri bu teslimiyetçi, mandacı zihniyet İngiltere ve Amerika’nın dayatmalarıyla iktidardadır. “İslam” diye dayattıkları bu Masonluk, Sabilik, Yahudilik, Hıristiyanlık, Budistlik, Zerdüştlük, Brahmanlık, Mecüsilik karışımı bir dindir. Asla İslamiyet değildir.
Ne türban ne çarşaf-peçe İslam-î değildir. Şeytana tapan, Sümer’in kutsal fahişesi İnanna’sından, Mısır’ın İsis’inden türetme Zerdüşt dininin tanrı-çası Anahita- Kutsal Fahişe Kültüne tapınanların kullandığı örtülerdir.

Tevrat’ın “Yahuda ve Tamara” bölümünde “Çarşaf ve Peçe’nin fahişekıyafeti” olduğu yazılıdır. Blogumda vardır. Türban da, günümüzün teslimiyetçi, Nurcu/ Fethullahçı AKP iktidarını başa getirecek şartları hazırlayan teslimiyetçi, işbirlikçi 12 Eylül darbecilerinin Y.Ö.K Başkanı, akıl hocası ve Başkent Üniversitesini kuran dönme Ermeni’nin yani İhsan Doğramacı’nın karısının uydurmasıdır.

Alaeddin Yavuz

Paris sokaklarında Çarşaf-Peçeliler

Bu yazıdan sonra Said-i Kürdi ve Nurculuk sayıklaması hakkında yazdığım diğer yazıları okuyabilirsiniz.
İşte bazılarının linkleri;