Sayfalar

23 Kasım 2012 Cuma

BEDENSEL ENGELLILERE YARDIM KAMPANYALARI VE MİLLİYETÇİLİK


BEDENSEL ENGELLİLERE YARDIM KAMPANYALARI

Son zamanlarda halkımızdan merhametli insanlar ülkemizde sayıları azımsanmayacak ölçülerde olan her türlü sakat, alil ve acizler için yardım kampanyaları başlatmışlardır. Bu yardımların yerine ulaştığını göstermek için gazete, televizyon kanallarında sıklıkla yaptırılan programlarda yer alarak halkı yardımların gittiği yerler konusunda bilgilendirmeye çalışmaktadırlar.
Her şeye rağmen hayat mücadelesi vermek ne güzel!

Öyle de olduklarını varsayalım!
Sakatlara, alil ve acizlere yapılan yardımlar toplumun bireyleri arasında bir bağlılığın ve dayanışmanın göstergesidir. Merhameti yüksek olan insanımız gücü yettiğince katkıda bulunmaktadır. Halkımızın bu konuda tartışılmaz üstün bir konumu vardır.

Sakat insanlar, bedeni, akli sakatlıkları olarak kısaca ikiye ayrılırlar.

Bedeni sakatlıklar, iş, trafik, çoğunluğu çocuklukta geçirilen ağır ateşli hastalıklar, felç, inme, şeker, Sara (epilepsi), Parkinson, alzhaymer gibi orta ve ileri yaşlılık hallerinde çıkan hastalıklar sonucu oluşmaktadır.
Son olarak sayılan hastalıkların getirdiği sakatlık ise aklın yitirilmesi ile yatalak olan ve desteksiz hareket edemeyen hastalardır. Beynin beden ile iletişim dışı kalmasıyla bedenin kullanılamaması olarak ortaya çıkarlar.

Ama bir de bu sakatlıkların öteki boyutu vardır. Bu da ülkemizde yaygın olan akraba evlilikleri, ensest (aile içi) tecavüzler-cinsel ilişkiler sonucu doğurulmuş kan uyuşmazlığı yüzünden olan sakat doğumlarla oluşan sakatlar ordusudur.

Bir de karısını doktordan kıskandığı için koca karılara evde doğum yaptırtan, bu yüzden doğum esnasında çocuğun bacaklarını, kollarını çıkartanlarından, kopartanlarına kadar sefilliklere kapı açan dinci, yobaz, gerici zihniyet de gene bunlardandır.

Bu sakatların dini ve ırki kökenlerine dikkat edildiğinde bunların %90’ının “Şeytan İbadeti Kültü” olarak bilinen Sabi/Süryani Araplar, Ermeniler ile Yezidi Kürtlerdir.

Bu dinlerin kutsal kitaplarında bizzat tapınılan tanrılarının “Şeytan” olduğu yazılıdır. Bu konuda bu dini kaynaklara dayalı, ispatlı belgeli çok sayıda yazım vardır.

Sekiz yaşında kız çocukları ile evlenen, sütten kesilmiş çocuklarla erkek-dişi ayırmadan ilişkiye girdikleri yazılan (Humeyni-Küçük Yeşil Kitap) bu yaştaki kız çocuklarını kutsal kitaplarının emirleri gereği bir dönüm arsa karşılığında veya karşılıklı değiş-tokuş olan Berdel adını verdikleri evlilikleri “Töre” kılıfına sokmuş bu insanlarımız adeta ülkemizin “sakat üretim fabrikaları” gibi çalışmaktadırlar.

Yaşadığımız coğrafyada “Çocuk Evliliklerinin” en yoğun olduğu ülkeler Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, İran ve Türkiye’dir. Bunun nedeni de Nakşibendi/ Şafi mezhebinden Sünni Müslüman görüneninden açıktan Ezdi/Yezidi olanlarına kadar insanlarımızın çocuk evliliklerine olan düşkünlükleridir.
Günümüzde, “Ay Tanrısı Kültüne” dayalı, Hazreti Yahya Hıristiyanları olarak da bilinen Sabi-Süryani Araplar ve Ermeniler de Yezidiler gibi Sabilik temelli çocuk ve akraba evliliklerini yaygın olarak yaşayan insanlarımızdır.

Bunlar kendilerinden olmayana kız vermedikleri, ama komşularının karı ve kızlarını çalmayı da dini emirleri olarak uyguladıkları gibi, kutsal kitapları olan Mushaf-ı Reş (Ezdilerin), Ginza di Rabba (Ermeni ve Arap Süryanilerin) kitaplarında emredilen “bir dönüm arazi” olan başlık parasını alamadıkları damatlarını, izinsiz kocaya kaçan kızlarını “Kan Davası” olarak bildiğimiz “Töre Cinayetlerini” de eklediğimizde bunlardan kurtulanlardan oluşan yaygın bir sakatlar ordusu oluşmuştur.

19’ncu yüzyılda Ermeni İsyanlarını önlemek için bey paşa yapılan ve “Hamidiye Alaylarının Paşaları” olarak da bilinen Şafi Kürt aşiret reisleri devletin en üst mevkilerine getirilmişlerdir. Kürt Nemrut Mustafa paşa gibi işbirlikçiler, işgal güçlerine veya Ermeni çetelerine karşı savaşan Türk subay ve askerlerini resmen haçlı devletlerinin emirleriyle idam etmişlerdir. Yozgat- Boğazlıyan kaymakamı Kemal bey bunun en meşhur örneğidir. Devlet çarkının başına geçmiş Kürt aşiret reisleri ve onların soyları bu güne kadar da bu yerlerini korumuşlardır.

“TürkiyeNato toprağıdır!” diyen başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, 1915’te Enver paşa korkusuyla Gürcistan’a sığınıp, Batum’a yerleştirilmiş, 1917’de Adana Ermeni isyanına Fransız üniforması giydirilerek savaştırılmış olan aslen Siirt Süryani’si olan dedesini, dört yıl önceki “açılım siyasetleri” döneminde şöyle anlatıyordu;

Adana’da zalim bir vali varmış! Haksızlıklara karşı dayanamayan dedem, ona karşı savaşırken öldürülmüş!”

Batum neresi, Adana neresi? Telefon yok televizyon yok! Olaylardan nasıl haberdar oldun da bu kadar kinlendin? 1200km yolu at-eşeksırtında kat edip Adana’ya gidecek kadar başbakanın dedesini kızdıracak ne olmuş? Diye soran yoksa da ben cevabını vereyim!

1917 Kasım ayında General Allenby komutasındaki İngilizler, Alman Liman Von Sanders paşa-Cemal Paşa’nın ordusunu yenerek Süveyş kanalını geçtiler ve Kudüs’e bayrak diktiler. Hatta Çanakkale’deki Alman ortaklarımız bile “Kudüs Müslümanlardan kurtuldu!” diye şampanyalar patlattılar.

İşte bu olayın arkasından, Enver paşanın sürdüğü 500.000 Ermeni’nin 178.000’i Adana ve Urfa’ya gönderildi. O zamanı Çarlık Rusya’sı da Gürcistan Tiflis’e yerleştirdiği 37.000 Yezidi Kürdü ile Batum’a yerleştirdiği 68.000 Süryani’yi Anadolu’ya savaşa gönderdi. (Kynk-İsveç’te A.P’ye sunulan 2003 Gürcistan Azınlık Raporu- Bu linkteki yazı bana aittir ve blogumdan kopyalanarak yayınlanmıştır. Akıl sahipleri düşünsünler!)

İşte başbakanın dedesi de Türk ve Müslüman askerine Haçlı ordusu yanında kurşun sıkanlardandı. Adana’daki sözde zalim (!)  vali de Atatürk’ün emriyle vatanını savunan bir Osmanlı paşasıydı. Atatürk’ün ölümünden sonra gene iktidarı kapan bu işbirlikçiler her daim vatanı ve vatan evlatlarını eritecek her projede önder oldular.

Evlilikleri düzenleyen Medeni Hukuk ile cezaları düzenleyen Türk Ceza Kanununu oluşturan yasa metinlerinde çocuk evlilikleri, töre cinayetleri gibi olaylarda ortaya çıkan ağır cezalık hallerde indirimi koydurtan da bu devlet ve hükumet adamlarıdır.

Bu güne kadar devletin bütün çıkarlarını 600 yıldır gizli-açık işbirliği yaptıkları sömürgeci Hıristiyan devletlerine “iktidarları uğruna” peşkeş çeken, devlete asla vergi ve asker vermeyen, Türk milletinin yüce gönüllülüğünü düzmece yardım kampanyalarıyla suiistimal ederek soyan bu işbirlikçi azınlıkların kampanyalarına destek vermeyi nasıl doğru bulabiliriz?

Resmin linki
İster Alevi ister Sünni-Şafi maskeli ister açıktan Süryani ve Yezidi olsunlar, 16’ncı yüzyılın Celali isyanlarından (2.000.000’dan fazla kayıp), Atatürk döneminde 500.000 insanımızın kanına girmiş, 26’sı ayrılıkçı Kürt, gerisi Ermeni ve gerici 120 kadar isyandan, son 30 yılda 50.000 vatan evladının gençliklerini mezarda geçirmesine sebep olan PKK işbirlikçiliğine kadar her musibetin içinde olmuş ve bozuk dini yaşamlarını değiştirmek gibi en ufak girişimleri de olmayan bu insanlara Türk Milleti ne kadar yardım edebilir?

Merkezini Amerika ve İngiltere’ye kurmuş olan küresel Yahudi Mason sermayesi, son 20’nci yüzyılı ”ulusal devlet” modeli içinde, çok küçük azınlıkların nüfuslarını artırmaya ayırdı. 21’nci yüzyıl başında da bu “mikro azınlıkları” devlet haline getirecek bölücü, yıkıcı faaliyetlere girdi. 20’nci yüzyıl boyunca nüfusları arttırılırken, dinlerinden kaynaklanan evlilik ilişkileri yüzünden çok sayıda sakat nüfusun ortaya çıkması da engellenememiştir.

İstanbul’da başlayıp noktaladığım polislik yaşamımda görevim gereği sayısız eve girdim ve sayısız bedensel engelli gördüm. İster evlerde ister sokaklarda dilenenler ya da bir işle uğraşanlar olsun hepsinin sakatlıklarının sebeplerini de bizzat kendilerinden sordum.
Merakımdan dolayı sorduğumda yaptığım nazari tespitlere göre akraba evlilikleri veya cinsel ilişkileri sonucu olan evliliklerden doğmuş sakatlıklar ne yazık ki bunların %85’ini oluşturmaktadır.

Bu durumda bu sakatlıkları mikro azınlıkların devlet olma, devleti ellerine geçirme, nüfus çoğunluğunu elde etme gibi hıyanet dolu “sinsi egemenlik siyasetlerine” bağlamış oluyoruz.
Hem solcu (PKK), hem İslamcı (Nurculuk) siyasetleri maske yaparak her türlü ırkçılık ve işbirlikçilik yapanların arızalılarına karşı biz neden sorumluluk hissedelim!

Türk milletini imha etme siyasetleri uğruna üretilmiş, doğurulmuş bu sakatlara niye Türk milleti veya onlardan olmayanlar baksın?

Kim bunların karınca gibi çoğalmasına neden olduysa onlar baksınlar!

Sakatların her zaman masum ve günahsız olduklarını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; Benim iki anım var ki bunları yalanlar;

Birincisi;

Bekâr olduğum yıllarda, Rus- Moskova’da bir bürokratın karısı  olduğunu ve üstüne kadın tanımadığını iddia eden ve o kadar da güzel olan bir kadınla arkadaş olmuştum. Eve götürmeye razı edip götürdüğünde, herkesin balkonda olduğunu görünce onu sahile indirmiş ve bir kaç bira ile zamanı doldurmaya çalıştığım bir anda bir sakat tekerlekli sandalyesinde gelen dilenci bir Kürdün dibimde bittiğini gördüm.
-Bana beş milyon v er seni rahat bırakayım! Sözünün doğrudan işitince çıldırdım ve;
-Böyle demeseydin sana para verirdim ama bundan sonra zırnık alamazsın! Dedim.
Anında;
Senin ananı, avradını, çoluğunu çocuğunu…” devam eden galez küfürler işittim.
O ana kadar zaten iki yetmişlik rakı içmişim ki kimse beni ayık dahi olsam tutamazdı. Bu itin çenesine öyle bir vurdum ki tekerlekli sandalyesiyle yere yapıştı.
Sonra arkadaşımı arabama alıp oradan uzaklaşıp başka yere gittim.

İkincisi;

Bundan dört yıl kadar önceydi, babam telefon açmış, acilen benimle görüşmek istediğini ve yanına gelmemi istemişti.
Ben en az bir haftalık giyecek ihtiyacımı koyduğum valize eşimin evde ne var ne yok sıkıştırmasıyla 40 kg. üzerine çıkan valizimle bir belediye otobüsüne binmiştim.

Otobüste kendime uygun yer bulmak için orta boşluğa doğru giderken şoför birden frene basmış, ben de dengemi kaybederek, valizimi oturan bir bayanın dizine çarptırdığım için özür dilemiştim.

Ama o hanımın yanındaki Yezidi Kürdü olduğu elleri ve yüzündeki dövmelerden anlaşılan yetmiş yaşlarındaki (Benden yirmi yaş büyük) bir kadının tepkisine neden olmuştu.

Kadın;

-“Sen benim gelinime nasıl çarparsın, soyun sopun kurusun şerefsiz, aşağılık köpek, orospu çocuğu…” hitabetini yapınca şaşkınlığımı anında atarak;

-“Bu lafları söyleyen bir erkek olsaydı onu şu an vururdum. Çeneni kapamazsan senin de kafanı otobüsün camıyla bir yaparım. Canın çok kıymetliyse limuzin kirala şerefsiz karı!” diye tepki göstermiştim.

Aynı anda beş altı tekerlekli sakat arabasına ayağım çarptığı için bağıran bedensel engelli vatandaşımızın tepkisini duydum;

-“Ulan pezevenk görmüyor musun sakat var! Önüne baksana hayvan, Orospu çocuğu!
Allah aşkına sizi kim tutabilir o anda!
Ona;

-“Ulan it oğlu it, ha o kadın trafik bilmez, kazara belediye otobüsüne binmiştir de bu lafları etmiştir diyebilirim. Ama sen aynı durumda değilsin. Şoförün fren yaptığını görmediysen hissetmedin mi?
Aldığım cevap;

-“Hayvan arabamın kasasına çarptın, senin ananı, avradını…” diye gidince;

Hiç sakatlığına bakmadan valizimi unuttum ve gırtlağını sıktım verdim veriştirdim.
Kimse bu sakata yardım etmeye teşebbüs dahi etmedi!

-“Ulan madem sakatsın sakat otobüsünü bekle, beklemiyorsan olayları takip et. Bu millet sana sakatsın diye merhamet ediyorsa bunu üstün çıkmak için kullanma. Yoksa seni gebertir, bu otobüsten atarım! Öldürürüm lan seni!
İnanın kim, sadece sakat ve bedensel veya akli sorunu var diye kendisine “ana avrat, kız, çoluk, çocuk küfür ettirebilir?

Birisi sakat diye sizin ananıza, karınıza, bacınıza, kızınıza, kendinize küfür etmeye hakkı var mıdır?

Bence yoktur. Hele hele toplumun merhametiyle yaşayan bu insanların toplumdan insanlara üstünlük taslamalarına, çoluk çocuklarına bu kadar sıradan adiyane olaylar için hiç kimsenin küfür etmeye hakları yoktur.

Hiçbir sakatın, sağlıklı insanlara herhangi bir duygusal nedenle kin gütmeye de hakları yoktur.
Bunu yapanların toplum tarafından en uygun şekilde sağlıklı insanlara davranıldığı gibi davranılmasında da bir yanlışlık yoktur.

Herkes sakatlığının sebebini önce anne ve babasından sorgulamalıdır.
Sen, sapık bir cinsel ilişkinin ürünüysen bunun sorumluluğunu topluma mal etmeye hakkın yoktur!

Ey sapık ilişkilerin ürünü olanlar ve onları başımıza dert  edenler!
Ellerinizi Türk milletinin cebinden, yakasından, toprağından çekiniz!

Türk milleti kime yardım edeceğini bilir! Sizlerin kampanyalarına ihtiyaçları yoktur!

İş, trafik kazaları, ehliyetsiz sağlıkçılarını sinirlere sürekli vurdukları iğneler, ateşli hastalıklar sonucu oluşan sakatlıkları toplum zaten kendi içinde bilmektedir. Onları da koruyup gözetlemektedir. Bunların sayıları göze bile görünmez haldedir.
Takdir okuyanındır.
Saygılar!
Alaeddin Yavuz

A Ç I K L A M A ;

Polislik meslek hayatım boyunca asla ırk, din, dil, milliyet ayrımı yapmadım. Halen de yapmak yanlısı değilim.
Polisliğe başladığım ilk yıllarımda İstanbul Pendik Sapanbağları mahallesinde, kocası aklını yitirmiş, konu komşunun bir işçi kamyonetine bindirip işe götürdüğü ve oralarda sadece gezindiği için cebine yevmiye koyup evine götürüp teslim ettiği, bir gözü, kör, şişman, hastalıklı, yerlerde halı kilim yerine gazete kâğıdı serili kiralık, eşyasız bir evde oturan, dört çocuk sahibi, kiralık evlerinden, fakirlikleri yüzünden kira almayan bir ev sahibinin merhametiyle yaşayan bir Kürt aileye sosyal yardımlaşma fonundan maaş bağlatabilmek için başında olduğum mesleki hayatımı tehlikeye atmıştım. 

Maaş bağlanması için dilekçelerini ben yazmıştım. Maaş bağlanmayınca kadını alıp Kartal Kaymakamlığına gidip bizzat Kaymakama ağır sözler söylemiştim. Sonunda benim menfaat peşinde olmadığımı anladıklarından olsa gerek bana işlem yapılmadı ama kadına da maaş bağlanılmamıştı. Pendik Bahçelievler Mahallesi idaresinde olan bu aileye maaş bağlanılması için Bulgaristan göçmeni olan zamanın muhtarının yardımını istemiştim. O sonunda bu aileye maaş bağlatmıştı.

İstanbul’da polise gelen olayların %95’i Kürtler tarafından işlenen olaylardır. Ben karakola gelen bir Türk gördüğümde şaşırırdım. Çünkü onlar kendi sorunlarını çözebilecek beyne sahip insanlardı.
Gün geldi kendi kendime İngilizce öğrendim (Orta-Lise eğitimim Fransızcaydı. 1976’da açtıkları “Soykırım Anıtı” yüzünden Fransız dilini daha “15” yaşımdayken protesto etmiştim.)

İngilizce öğrendikten sonra İstanbul Turizm polisinde görev verildi. Burada, bir Yunanlı polisin pasaport kaybı olayında yardımcı olduğumda sırada bekleyen bir İngiliz turist bana şöyle demişti;
-Siz Yunanlılarla düşmansınız! Nasıl oluyor da sen bir Yunanlıya yardım edebiliyorsun?
Cevabım da şuydu;
-Bu şahıs hakkında bana bir ihbar ulaşmadı. Senin gibi pasaportunu kaybeden bir adam. Türk polisinden bir kayıp belgesi istiyor. Ben de veriyorum!

İngiliz turist (yaşlıydı) şöyle demişti;
-Babam I. Dünya savaşında savaşmış ünlü bir İngiliz generalidir. Türklerin asil millet olduklarını ve boş şeylerle sadece devletlerinin yıkılması için hak etmedikleri iftiralarla suçlandıklarını anlatmıştı. Senin karakterinde de, gezdiğim Anadolu’daki Türklerin karakterinde de bu asaleti gördüm! Dilerim bir gün yeryüzünü siz yönetirsiniz! Çünkü sizler gerçekten adaletli insanlarsınız. Sıradan bir polis memuru olarak yaptığın bu davranış sizin adaletinizi göstermiştir. Ne olur, bu çalıştığın yerde hep kal. Türkleri çok kötü tanıyorlar! Ben savunamıyorum. Ama sen bana iyi bir delil verdin! Hep böyle olun!
Bu turist, bunları bana Türkçe söylemişti!

Bu konuda daha yazabileceğim yüzlerce anım vardır. 1987-1990 arasında geçen üç yıl içinde (1990’da şark hizmetine Tunceli’ye gittim)bir Ermeni işadamı Kanadalı, bir Ermeni iş adamı Amerika New York’lu, bir Yunan/Grek iş adamı New York’lu benim adıma o zamanın parasıyla 40.000 ABD ve Kanada Doları olarak Yabancılar polisinin kabul ettiği bir hesaba benim dört yıllık Üniversite eğitimim için para yatırmışlar ve bana “ACCEPTANCE” yani “kabul belgesi” göndermişlerdi. 

Bu belgeleri bizzat bana iş yerime gelerek bu ülkelerin başkonsolosları iletmişlerdi.
Artı, yine İngiltere tabiiyetinde Yunan kökenli bir iş adamı ile İngiliz kökenli bir iş adamı (Avustralya’da 30 kadar işletmesi varmış) bizzat Üniversite eğitimi ve şahsi sekreterlik işleri önermişlerdi.
 Bütün bunları, onlara “ayırımcılık gözetmeden” yaptığım görevim yüzünden önermişlerdi.
Hepsine verdiğim ortak cevap şuydu;

“Sizler beni Adnan Menderesler, Süleyman Demireller, Bülent Ecevitler ve ötekileri gibi kullanacaksınız. Sizler tarafından kullanılmaktansa ülkemde sıradan bir polis memuru olarak kalmayı tercih ederim!”
Onlar da cevap gönderdiler, ortak olarak verdikleri cevap şuydu;

“-Siz, bana insan olmayı, karşılıksız hizmet etmeyi öğrettiniz. Teklifimiz sizin için halen geçerlidir. Sizden hiçbir çıkar beklemiyoruz ve beklemeyeceğiz. Sadece sizin gibi bir insanın bu ülkede çürümesine gönlüm razı almadı!

Ben kabul etmedim halen buradayım. Tekliflerini kabul etseydim belki şimdi çok daha iyi bir konumda olabilirdim.
Benim kişiliğimi seven o zamanların İngiltere başkonsolosu Mr. R.S.V.P Woodrow beyefendi ben şark hizmetine gidinceye kadar hiçbir menfaati olmadığı halde benimle arkadaşlık etmişti.
Bu örneklere İstanbul’daki o zamanın en az “50” tane başkonsolosunu ekleyebilirsiniz.
Gene 1988-89 yılları arasında Fransa pasaportlu, seyahat sigortasından para almak için Polis raporu almaya gelmiş Türk düşmanı bir Ermeni ile Fransız –Türk ilişkilerini İngiliz dilinde tartışıyorduk.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralını İngiltere’den kurtarmak için, annesinin Kanuni’den yardım istemesi üzerine İngiltere’ye yazdığı ve bu gün de İngiltere’nin “Barbarlık mektubu” olarak müzelerinde sergilediği mektuptan yola çıkarak Napolyon Bonapart’ın 1798-99’da Mısır’ı işgal ederek, iki ülkenin dostluğuna ihanet ettiği tartışmasını yaptığımız bir anda, Fransa Başkonsolosluğundan Kültür Ateşesi bir hanımın yanında pasaport kaybı için rapor almak üzere getirdiği bir Fransız  iş adamı ile birlikte konuşmamıza şahit olduğuna, bu kadının Türkçe olarak;

-“Memur Bey, bu sizin kendi görüşünüz mü yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi görüşümü? Sorusuyla tanık olmuştum.
Ona;
-Ben polis memuruyum ve henüz devletim resmi görüşlerini iletme yetkisini bana vermemiştir. Elbette şahsi görüşümdür!
Cevabını vermemden iki, üç saatlik konuşmanın ve getirdiği misafirin işlerini yapmam dan sonra, bu kadın bana bir teklifte bulunmuştu.

O zamanlar, benim maaşımın “100” ABD doları altında olan aylık ücreti olan Fransız Kültür Derneğinde ücretsiz Fransızca eğitimi ve ardından Fransa’da Üniversite eğitimi.
Bu teklifi de o an ret etmiştim ve bana uymayan ve Ülkücü olan dört polis arkadaşımı bu derneğin kursuna kabul etmişlerdi. Hiç birisinde beyin olmadığı için Fransızca öğrenememişlerdi.
O Ateşe kadının söylediği de daha başında şu olmuştu;

-Alaeddin bey, bu teklifi sizin için yaptım ama dört tane gönüllü çıktı. Şimdiden söylüyorum, bunlar başarılı olamayacaklar! Benim istediğim sizsiniz! Sizi eğitirsek hem bizim hem de ülkenizin insanları içi faydalı olabilirdiniz!

Bu ima bana sözünü ettiğim her Başkonsolosluk tarafından yapıldı. Geçelim.
1999 yılında AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Toplantısı) öncesinde ABD başkanı demokrat Bill Clinton’un ön heyetini ağırladığımda ABD başkonsolosluğu ile tanıştım ve hemen istifa etmem kaydıyla o zamanın parasıyla 1.500 ABD doları aylıkla, işten atılmama garantisi verilerek iş teklifi yapılmıştı. Bu teklifi emekli olduktan iki yıl sonra da tekrar ettiler.

Ben onu da kabul etmedim. 

Ben başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı da hizmetlerinden dolayı sevmiştim. Bunu da “Amerika Nasıl Adam Seçiyor” olsa gerek başlıklı yazımda yazmıştım.

Ama bu güne kadar RE.T.E’den gördüğümüz, “Önemli olan boy değil soydur soy!” ifadesine uygun, “mikro milliyetçilik” açılımları ve Süryani- Yezidi iktidarını devletin başına musallat etmesinden başka bir şey değildir.

Ortalıkta bu kadar “SOY GÜDEN” olduktan sonra, Türk milletinin de kendisini savunma hakkı vardır. Bu savunma hakkı her canlının sahip olduğu “Nefsi Müdafaa” HAKKIDIR!
Lütfen yazılarımı bu anlam içinde değerlendiriniz!

Siz adam olun soy gütmeyin ben de, başka milletler de gütmesinler!

ADAM OLUN ADAM!

keykubat /adilyargic/ adilyargicc



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.