Sayfalar

28 Kasım 2008 Cuma

TERÖR YANDAŞI GENERALLER VAR MI

Yazının Önsözü;

Ordu birdir,eleştirmeyin diyenler,12 Eylül 1980 darbesinin paşasının "bölücülüğün" projesini hazırladığını çeşitli sözleri ile ifade etmesine,orduya ait gizli bilgilerin yıllardır gazete sütunlarında dolaşmasına,bazı Kürt kökenli subay ve astsubayların terör bağlantılı faaliyetlerinin basına dahi yansımasına rağmen ordumuzun ciddi bir temizlik kampanyası yaptığını söyleyemiyoruz.
Çünkü Ordumuz bizlere bu yönde bir aydınlatma yapmış değildir.

Bunların yanında, açıkça Amerika ve Avrupa devletleri ile işbirliği yaptıkları halde devletin en yüksek mercii olan Milletvekilliğinden maaş alan terör örgütü elemanları,her gün "bölüneceksiniz" diyen ABD ve Avrupa birliğine inatla bağlı kalmaya devam eden asker ve siyasilerin bu duyarsızlıklarına rağmen ne herhangi bir yargı girişimi ne de güçlü bir halk hareketi olmamaktadır.

Bu güne kadar, bu ihanet projesi ile, Kürt,Rum ve dönme Ermeni kökenlilerin,ordunun,siyasetin ve devletin bütün kurumlarında üst mevkileri tuttuğunu biliyoruz.
Devletin sahipsiz bırakılmasının ardında da başka bir gerçek olması olanaksızdır.

Türk Milletinin ödediği vergilerle bu mevkiilerden bölücülük yapanları,ülke vatandaşlarını bir birine kırdıran nankör,emperyalizmin işbirlikçisi Kürt toprak ağaları ile kukla Rum, Ermeni ve Kürt devletleri özlemi peşinde olan, verdikleri kararlarla,söyledikleri yalanlarla bu milletin kanlarını içenleri, Tac Giydirdiğimiz Hainlerden ufacık bir kırıntı gösteren ibret dolu bir yazı.
Yorumsuz olarak veriyorum.
Ne yazık ki blogum bu tür ibretleri açıklamaya,göstermeye gayret eden yazılarla da doludur.

Keşke daha güzel bir şeyler yazabilseydim.
Yazdıranlar utansın!!!
Yazık.

Keykubat

O yazı;

Bir komutan düşünün ki ordu içinde büyük bir skandala tanık oluyor ve bu skandalın birinci dereceden mağduru olsun. Bu skandalı ortadan kaldırmak ve ordu içindeki düzeni tekrar sağlamak için girişimlerde bulunurken istifaya zorlansın. Büyük bir skandalın üzerine giden bu cesur kurmayımızı istifaya zorlayanlar bugün Genel Kurmay teşkilatında başköşelere yerleşmiş olsun. PKK'ya dolaylı da osla destek verenler Paşa Paşa yaşarken, PKK ile doğru düzgün mücadele için başkaldıran bu kurmayımız ordudan uzaklaştırılmış olsun.
Vatansever Türk halkı, bu komutanının sesine ses vermez, bu komutanına sahip çıkmaz da kime sahip çıkar?


"Genel Kurmay'da PKK'ya Destek Veren Paşalar Var"



ÇALINAN 240 KOMANDO ASKERİ SKANDALI” VE “YÜKSEK ASKERİ ŞURA’DA DERİN ŞÜPHELER” KİTAPLARININ YAZARI E.KUR. ALB. AHMET ULUDAĞ’ İLE SÖYLEŞİ.
1986 yılında Kara Harp Okulunda tabur komutanı idiniz ve 1986 devresi olarak bizler de sizin öğrencilerinizdik. Aradan 22 yıl geçtikten sonra yazdığınız kitaplar bizi tekrar buluşturdu. Öğrenciniz olarak sizi tanıyoruz, okurlarımıza da kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

1947 ESKİŞEHİR doğumluyum. 1967 yılında Kara Harp Okulundan, 1968’de Topçu ve Füze Okulundan, 1978’de Kara Harp Akademisi’nden, 1989’da Silahlı Kuvvetler Akademisinden, 1990 yılında Pakistan Savunma Koleji’nden mezun oldum. Pakistan Savunma Kolejinde bulunduğum dönemde Quad-i Azam Üniversitesi’nde Savunma ve Strateji konusunda yüksek lisans yaptım.

Topçu batarya komutanlığı, tümen ve tugaylarda karargah subaylığı, Kara Harp Okulunda Tabur Komutanlığı ve öğretmenlik, Kara Harp Akademisinde öğretmenlik, 1993-1994 ata-ma yılında Kara Kuvvetleri Lisan Okulu Komutanlığı, 1994-1995 atama yılında da Güneydoğu’da Komando Alay Komutanlığı görevlerinde bulundum.

Kitabınızı okuyunca, “Çalınan 240 Komando Askeri Skandalı”nın Komando Alay Komutanlığı göreviniz esnasında meydana gelmiş olduğunu öğreniyoruz. Zaten kitabınızın adından da bu anlaşılıyor. Bu skandalı okurlarımıza açıklar mısınız? 240 komando askeri nasıl çalınır? Kim çalmış? Nasıl çalmış?

Kitabıma bu ismi sansasyonel bir isim olsun diye koymadım. Komando Alay Komutanlığım esnasında gerçek bir "asker hırsızlığı" ile karşılaştım. Alayımın 1500 askerinden 240 adedi, Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, 1nci Ordu Komutanlığı emirlerine rağmen alayımın görevli olduğu Bitlis’e gönderilmeyerek, Adapazarı garnizonunda gizlice alıkonması şeklinde bu asker çalınması olayı olmuştur.
24 Mayıs 1993 tarihinde vuku bulan, Malatya’da acemi eğitimlerini bitirmiş, Erzurum ve Muş’taki usta birliklerine sivil otobüslerle silahsız ve korunmasız olarak sevk edilen 90 askerimizin Bingöl ili sınırları içinde PKK tarafından kaçırılması ve bunlardan 33’ün şehit edilmesi faciasını bilmeyen yoktur.

Bu elim olay üzerine, acemi birliğini bitiren askerlerin Güneydoğu’daki esas birliklerine emniyetli bir şekilde sevk edilmesi için Genelkurmay Başkanlığı’nca düzenlemeler yapılmıştı.
Bu düzenlemeye göre de Bitlis’te görevli alayımın 1nci Komando Taburu için Kayseri, Eğirdir ve Bolu Komando Eğitim Merkezlerinde acemi eğitimi gören askerlerin, acemi eğitimi bitmesi sonunda verilen 10 günlük dağıtım izni sonrası o tarihlerde Adapazarı’nda bulunan 2nci Piyade Tugayında toplanmaları ve 2.P.Tug. K.nın emniyet tedbirleri alarak Bitlis’e sevk etmesi emri verilmişti.
2nci P. Tug. K.lığı’da 151.Komd. Alayı 1.Tb.na KKK.lığınca merkezi bilgisayar sistemi ile ismen tertip edilen bu askerlerin tamamını Bitlis’e emniyetli şekilde sevk etmesi gerekirken, her tertipten bir kısmını, seçerek kendisine ayırmış, geri kalanını Bitlis’e göndermiş. Bu miktar Kuzey Irak’a Çelik-1 Operasyonu için gideceğimiz Nisan 2005’te 240 adede kadar çıkmıştı, yani 750 mevcutlu taburun yaklaşık üçte biri çalınmıştı. Uyanık tugay komutanı, Taburun mevcudundaki eksiklik göze batmasın diye de kendi tugayına ait, komando eğitimi görmemiş askerlerden 148 adedine de komando kıyafeti ve beresi takarak göndermişti.
2nci Piyade Tugay komutanı kadrosunda olmayan bu komando erlerini nerede görevlendirmiş?

Kefken kampından, çayçı ve garsonluktan, tören mangasına kadar her yerde.
Hatta 2.P.Tug.yı kendi birliğine ait olmayan, yani çaldığı 240 komando askeri ile 1nci Ordu K.lığı Denetleme Heyeti’nce de denetlenmiş, denetleyiciler de farkına varmamış, 2nci Piyade Tugayı “komando tugayı gibi performans gösterdi” diye de not vermiş olmalılar.
Yani çok traji komik bir olay, dünyanın hiçbir ordusunda şimdiye kadar görülmemiş ve bundan sonra da görülecek bir olay değil. Skandal içinde skandal yani…
Siz bu skandalı üst komutanlığa bildirdiğinizde tepkileri ne oldu?
Asayiş komutanımız bu taburun kuzey ırak operasyonda görevlendirilmesinin sakıncalı olduğuna karar verdi ve yerine bir İç Güvenlik Taburu görevlendirdi. Şunu burada açıkça belirteyim ki bu tabur Kuzey Irak’ta komando taburunu aratmayacak şekilde mükemmel görev yaptı. İç güvenlik taburunu kurup Bitlis’e gönderen o zaman İstanbul’da konuşlu olan 23ncü Tugay’ın Komutanı terörle mücadeleye önem verdiği için, tugayının en seçkin personelini görevlendirmişti, onun için komanda taburunu aratmadı.

Askerlerinin bir kısmı Adapazarı’nda alıkonan bu komando taburu eğitim seviyesi daha düşük olan iç güvenlik taburundan neden daha iyi görev yapamazdı?
Komando taburunun 240 askerinin Adapazarı’nda torpil yapılarak Güneydoğu’ya gönderilmemesi, taburun diğer personeli üzerinde olumsuz moral etkisi de yaratmıştı. Askerler acemi eğitimini beraber yaptıklarından dolayı kayırılan arkadaşlarının kimlerin çocuğu ya da yakını olduğunu çok iyi biliyorlardı. Ayrıca 2ci Piyade Tugayı’nın çaldığı komando askerleri yerine gönderdiği 148 adet ordonat, topçu, piyade gibi çeşitli sınıflara mensup asker de komando erleri ile beraber yapacakları operasyonlarda onlara ayak uydurabilecek eğitim ve fiziki yetenekte değillerdi.
Komando askeri yanı sıra 11 Sıhhiye Eri’nin de Adapazarı’nda alıkonmasına kitabımızda çok tepki göstermişsiniz?
Bunlar “Sağlık Meslek Liseleri” mezunu olup Samsun’daki Sıhhiye Eğitim Merkezinden tertip edilen sağlıkçı personelimizdi.
Operasyonlarda sürekli mayın ve diğer silahlarla ölümün yanı sıra yaralanma riski altındasınız. Doktor müdahale edinceye kadar ya da doktor yanında dağda ilk yardımı yapacak ve özellikle kan kaybından ölüm riskini azaltacak en kıymetli elemanlardır ki, biz bunlara “cankurtaran yarım doktor” deriz. Dağda yakınımızda olması bize güven verirdi.
Adapazarı’nda sağlık tesisi yok mu ki 11 sıhhiye erimize de alıkondu? Bu düpedüz vatan hainliği idi. Bir menfaat karşılığı bu askerleri güneydoğuya göndermekten kaçırma idi, kendisine ait olmayan askerleri çalma idi.
Aralarında bir de asteğmen vardı değil mi?.
Evet! Güneydoğu’da görevlendirilmek üzere “İç Güvenlik Kursuna” tabi tutulmuş asteğmen A.D. de muhasebe biliyor gerekçesi ile Adapazarı’nda bırakılmıştı.

Defalarca 2.P.Tug.K.na ve onun amiri 15nci Kor. K.na oldukça ağır yazılar yazarak komando askerlerimi istedim. 15nci Kor. Komutanı alay komutanlığım görevim bitinceye kadar bilgisi dahilinde çalınan 240 komando askerini göndermedi, 148 acemi askeri de geri aldırmadı. Üstelik personel eksikliğini tamamlamak üzere 2.P.Tugayına gönderilen devre kaybı yani acemi askerliğini de tam yapamamış, aceminin de acemisi 21 askeri daha Güneydoğu’ya PKK ile mücadeleye gönderdi.

Kitabınızda bundan dolayı 240 komando askerinizi çalanları "PKK.ya dolaylı destek vermek" ile suçlamışsınız.

Evet. Terörle mücadele etmek için kurulan bir birliği şu veya bu nedenle bilerek, kasıtlı zayıflatmak hatta görev yapamaz duruma getirmek, PKK ya dolaylı destek vermekten başka bir şey değildir.

Emekliye ayrılmanızın sebebini 15.Kolordu Komutanlığına atanmanıza bağlamışsınız.
Evet. Alayımın komando askerlerinden 240 adedini karpuz seçer gibi seçip “boylarına, mesleklerine, tahsillerine ve bilinmeyen başka nedenlerle Adapazarı kışlasına bıraktınız.” ağır ithamlarda bulunduğum 15.Kor.K.nın Kurmay Başkanlığına atanmam da başka bir skandaldır.

Tayin emri imzalanmadan Tayin Daire Başkanı Tuğg. Hasan Iğsız’a ("Karakol yapacak paramız yok" diyen şimdiki Genel Kurmay İkinci Başkanı) beni başka bir yere tayin etmesi için talepte bulundum, ama tayinim değiştirilmedi.

Kara kuvvetleri Tayin Daire Başkanı bunları bilmiyor muydu?
240 komando askerimin çalınması olayından Kara Kuvvetleri Komutanlığının da haberi olmuş olmalı ki, o zaman Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olan Doğu Aktulga paşa 18 Temmuz 1995 tarihli çok ağır bir yazı yazarak birlikleri ikaz etmişti.

Ayrıca ben Iğsız paşaya telefonla da gerekçelerimi açıklamıştım. Susturulmam için kasıtlı yapılan tayinim değiştirilmeyince emekliliğimi istedim ve ayrıldım.
Siz emekli oldunuz ama susmadınız.
Evet. Emekli olduktan sonra 3 yıl daha bu skandalın sorumlularının yargıya intikal ettirilmesi için yazılı müracaatlarımı sürdürdüm.
Maalesef Kara Kuvvetleri Komutanlığınca “Başvurularınızdaki iddialar incelenmiş olup, şikayet ettiğiniz konuların verilmiş emirlere uygun olduğu tespit edilmiştir.” diye tek cümlelik yalan bir cevap verildi.
Son olarak da avukat tutarak Genelkurmay Başkanlığı’na müracaat ettim, aynı yalan cevap tekrar edildi ve bu konudaki müracaatlarıma artık cevap verilmeyeceği bildirildi. Nitekim son yazdığım 20 Ekim 1997 tarihli yazdığım müracaata cevap verilmedi.
Sizde bu skandalı 2006 yılında kitap halinde yazdınız. Biraz geç olmadı mı?
Ben daha ziyade bu skandalı profesyonel olarak kitap yazanların yazmasını istiyordum.
Birkaç kişi ile görüştüm. Hiç biri cesaret edemedi. Daha sonra bilgisayar kullanmayı öğrendim ve anılarımı yazmaya başladım. Bu yaşadığım skandal da anılarımın en önemli parçası idi, kendiliğinden gelişti ve anı kitabımda bu skandal ön plana çıktı.
1995 yılında terörle çok ciddi mücadele yapıldığı dönemde dahi, terörle mücadeleyi önemsemeyenlerin, mücadeleyi köstekleyenlerin olduğunu ve hatta daha da önemlisi sizin tabirinizle silahlı kuvvetler içinde dahi PKK’ya dolaylı destek verenler olduğunu iddia ediyorsunuz. Aradan 13 yıl geçti. Terörle mücadele, gene ülkemizin en önemli sorunu. Bir hafta önce AKTÜTÜN baskını ve 17 şehit verilmesi olayı canımızı yaktı. Günümüzde yaşanan terörle mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Terörle mücadele bir inanç işidir. Önce mensup olduğun milletini ve milletinin yani ailenin ve çocuklarının da üzerinde hür olarak yaşadığı, torunlarının da hür olarak yaşayacağı vatanını seveceksin.

Terör senin vatanını ve milletini yok etmeye çalışıyorsa bu tehlikeyi önlemek için canını dahi esirgemeden savaşacaksın.
Bu uğurda çok sayıda her rütbeden asker, polis ve korucu sıfatı olsun olmasın sivil vatandaşlarımız büyük fedakarlıklarla savaşıyor. Şehit oluyorlar, yaralanıp sakat kalıyorlar. Eşlerini, çocuklarını, torunlarını bu yüce amaç uğrunda kaybedenler vatan sağolsun diyor.
Ama bu yetmiyor! Yönetimde bir zaafımız var olduğu da çok açık. Siyasi olarak zaafımız had safhada. Meclisimizde PKK temsilcileri milletvekilleri de meydanı boş bulmuş terörü siyasallaştırmak için adım adım ilerliyorlar.
Fatih Altaylı DTP kongresini izledikten bir kaç gün sonra 23.07.2008’te “ANKARA’NIN GÖBEĞİNDE KANDİL DAĞI MI VAR?” başlıklı, PKK’nın 20.000 kişi ile devlete meydan okuduğu, 13 şehit,16 yaralı 8 esir verdiğimiz GABAR DAĞI baskınını öven oramar türküsünün sürekli çalınarak gövde gösterisi yaptığını bildiren bir yazı yazdı. Bu kongre KANDİL DAĞI’nda yapılsaydı bundan farklı olmazdı diyerek siyasetten, yargıdan ve de büyük medyamızdan hiç tepki gelmediğini açıkladı.
İşte siyasi durumumuz bu! Askeri durumumuz da pek farklı değil. Silahlı kuvvetler olarak da yönetim zafiyetimiz var ve buna çok acil çare bulunması gerekir.
Çare, silahlı kuvvetlerde terörle mücadeleye inanmayanların, küçümseyenlerin, mücadeleyi köstekleyenlerin ve hatta teröre dolaylı destek vererek vatana ihanet edenlerden hesap sormadadır.

Bir savaşta verilen kararın doğruluğu ancak savaş sonrası elde edilen başarı ile anlaşılır. “Verilen karar doğru idi ama savaşı kaybettik” nasıl denmezse, “verilen karar yanlıştı ama savaşı kazandık” da denmez. Şu an savaşı kaybediyoruz ve “Verilen kararlar, yani bu konuda verilen emirler ve yapılan uygulamalar doğrudur” denemez. Verilen emirler doğru ise emirleri yanlış uygulayanlar vardır. Becerisiz olanları bu görevlere vermemek gerekir, bilerek yanlış uygulayanlardan da muhakkak hesap sorulmalıdır.

AKTÜTÜN baskınına kadar birkaç büyük faciayı hatırlayalım; 1984 Eruh baskınına kadar da geri gitmeyelim.

1- 24 Mayıs 1993’te silahsız korunmasız 90 askerimizi birliklerine sivil otobüslerle sevk edip PKK tarafından kaçırılması ve içlerinden 33’ünün şehit edilmesine neden olan askeri sorumluları hakkında güya yasal işlem yapıldı? Kime ne kadar ceza verildi? Hiç kimseye? O zamanın komutanlarından kim istifa etti? Hiç kimse. Kısaca bu facia örtbas edildi gitti.
2- Bu faciadan 1.5 yıl sonra kitabımın konusu olan 240 komando askeri skandalını yapanlar, bu skandalı örtbas edenler hakkında da bir işlem yapılmadı. Komuta kademesi, hemen hemen aynı. Sanki hepsi birbirinin suçunu, başarısızlığını örtüyor. Skandalın15nci Kolordu Komutanı orgeneralliğe terfi ettirildi, skandalın 1nci Ordu Komutanı da sadece bir yıllığına da olsa Kara Kuvvetleri Komutanı yapılarak ödüllendirildi.
Kitabımda PKKya dolaylı destek verenler ile ilgili 60 sayfa resmi yazışma delillerinin fotokopilerini de ekledim. Haydi 1994-1997 tarihleri arasındaki komutanlar suçu örtbas etti. Kitabı yayınlamadan önce zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e gönderdim; ondan da soruşturma emri çıkmadı.

Sonraki Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a Genkur. Askeri savcılığı vasıtasıyla suç ihbarında bulundum. Savcı ihbarı Genelkurmay Başkanına soruşturma emri verilmesi için ilettiğine dair bana yazılı cevap verdi. 2 yıl geçti, soruşturma emri vermeden Yaşar paşa emekli oldu. Sanırım 15 yıllık zaman aşımı süresinin doldurulması bekleniyor.
Hem PKK’ya dolaylı destek ver, hem de orduevlerinde, askeri kamplarda, korunmalı lojmanlarda paşa paşa yaşa; trilyonluk arabalar ile sefa sür; hem de “terörle mücadelede neden başarısız oluyoruz? AKTÜTÜN baskınında neden 17 şehit verdik” diye sebep ara! Kendimizi kandırmayalım. Sebeplerinden en önemlisi, terörle mücadeleyi engelleyen sorumlular hakkında yasal ve idari işlem yapmamaktır.
3- Çok zaman geçmedi, 24 Ocak 1996’da Kulp-Lice-Hani-Genç dörtgeni arasında icra edilen ve genellikle çok başarılı geçen ATMACA operasyonunda, bu operasyona katılan 2nci piyade tugayı tıkama görevi esnasında uğradığı baskında 27 şehit verdi. Vedat YENERER “ATEŞ ORTASINDA” adlı kitabında (sayfa 200-213) bu operasyonda verilen şehitler hakkında şöyle yazmıştı. “Çatışmada sadece bir olayda 27 asker hayatını kaybetti. Bu sayı PKK’nın bir çatışmada öldürdüğü en fazla asker sayısı olarak da tarihe geçti.”

27 şehit veren 2nci Piyade Tugayı, benim alayımın 240 komando askerini çalan Adapazarı’ndaki 2nci Piyade Tugayı idi. 240 komando askeri skandalı hakkında yazdığım yazılar çok rahatsız edici olunca, bu tugay başındaki tugay komutanı dahil bütün personeli ile Güneydoğu’ya gönderilmişti. Ben de Güneydoğu’ya, PKK’ya dolaylı destek veren bir tugay komutanının terörle mücadele için cezalandırma olarak gönderilmesinin doğru olmadığını Genel Kurmay Başkanı İ.H. Karadayı’ya 27 Kasım 1995’de yazmıştım.(Çalınan Komandolar Belge no.24/4)

Bu üzücü 27 şehit verilmesi ile ilgili olarak Karadayı paşanın gazetecilere “terörle mücadelede şehitler verilmesi normaldir” beyanatı üzerine de 12 Temmuz 1996’da bir yazı daha yazdım ve “Bu zihniyette olan birinin sevk ve idaresinde yapılan operasyonda 27 şehit verilmesi, sizin gazetelere verdiğiniz beyanat gibi normal bir olay değil, evveliyatı da düşünüldüğünde başlı başına soruşturulacak bir husustur.” dedim. (Çalınan Komandolar Belge no. 27/5)

Evet! Bu 27 şehit verilmesi olayı da soruşturulmadı. Tugay komutanı hakkında soruşturma açılmasını bir yana bırakınız, ödüllendirildi. Evet şaşırmayınız, 240 komando askerini çalan, ardından birliğini baskına uğratarak 27 şehit verilmesine sebep olan Tuğg.R.A. neredeyse tümgeneralliğe de terfi ettiriliyordu, bir yıl uzatıldı.

Bütün bunların soruşturulması yapılmazsa, şuç yapanın yanında kar kalırsa, PKK’ya dolaylı destek veren paşalar orduevlerinde paşa paşa hala saygın hizmet görürse, AKTÜTÜN baskını neden oldu diye şaşırmamak gerekir.
4- Biraz zaman atlaması yaparak 1 yıl kadar önceye dönelim.
a) 7 Ekim 2007 ŞIRNAK Gabar Dağında pusuya düşen timde 13 şehit verildi.
b) 21 Ekim 2007 DAĞLICA Baskınında 13 şehit daha verildi ve daha kötüsü 8 asker sınır ötesine kaçırıldı.
c) 8 Mayıs’ta AKTÜTÜN karakoluna yapılan baskında 6 şehit verildi.
d) 3 Kasım 2008 AKTÜTÜN karakoluna yapılan baskında 17 şehit verildi.
Bu olayların hepsinin incelenmesi gerekir.
Şırnak Gabar Dağındaki 13 şehit verilmesi olayı bir timin pusuya düşmesi mi? Yoksa baskına uğraması mıdır? Hareket halinde tehlikeli bir bölgeden geçişlerde her zaman pusuya düşme riski vardır ve pusuya karşı da alınacak karşı önlemler vardır. Pusunun ilk saniyelerinde kayıp verilmesi kaçınılmazdır ama 13 şehit verilmesi abartılıdır. Burada üst komutanlığın planlamasında, emir vermesinde ya da emirlerin uygulanmasında, araştırılması, soruşturulması gereken bir hata, bir ihmal olduğu açıktır.
Dağlıca baskını ise baştan sona bir skandaldır. Baskın ile ilgili 9 gün önceden istihbarat alındığı halde, teröristleri tam bir pusuya düşüp imha etme imkanı var iken, tabur komutanı ve bölük komutanları başlarında olmadan sanki pikniğe gider gibi dağa gönderip, baskına uğramasına 13 askerin şehit, 16 askerin yaralanması ve 8 askerin esir edilmesine, PKK’nın Türk Milletini küçük düşürmesine sebep olan komuta kademesindeki bütün subayların Divan-ı Harpte yargılanması gerekirdi(Burada generallerin divan-ı harpten muaf tutulması gibi yanlış bir anlam çıkmasın. İç Hizmet Kanunu 3. Maddesine göre subay; ‘ast.eğmenden mareşal rütbesine haiz olan asker kişidir.’ şeklinde tanımlanmıştır.)
8 askerin esir edilmesi, esir askerlerin PKK’nın TV ve internet sitelerinde görüntü ve beyanları, DTP milletvekillerinin kurtarıcı rolünü üstlenmeleri ile tam bir PKK propagandasına dönüştü, Türk Milleti, Türk Ordusu küçük düşürüldü.
Baskın hakkında 9 gün önceden istihbarat alındığı halde; Dağlıca Taburu komutanının köy düğününde, üç bölük komutanın izinde, istirahatta olması; bölükteki asker sayısının 250’den 80’e indirilmesi nedeniyle nöbetçi erlerin sayısı azaltılıp mevzilerin boş bırakılması, erlerin nöbete el bombasız gönderilmesi, baskına yardım gönderilmemesi gibi hataları yapanlar hakkında çok süratli soruşturma yapılmalıydı, yapılmadı.
Sadece esir askerler iade alındıktan sonra mahkemeye verildi, tutuklandılar, gizlilik kararı alındığı halde içimizi yakan sayfa sayfa ifadeler aylarca basında internet sitelerinde yer aldı. Mahkeme safhası her ne hikmet ise bir kısmı tutuklu bir kısmı tutuksuz devam ediyor.
Tabur komutanı hakkında yapılan işlem ise “Baskındaki ihmallerini kabul ettiği, Genelkurmay’daki komutanlara ve günlüğünü okuduğu şehit bir üsteğmene ağır sözler sarf ettiği konuşması” You Tube’ de yayınlandıktan sonra AFYON’a tayin edilmesi oldu.
Baskından tam 8 ay sonra 25.06.2008’de iyi niyetinden şüphe edilen bir gazetede yayımlanan “Dağlıca baskını 9 gün önceden biliniyordu” haberi şok etkisi yarattı.
Genelkurmay önce sessiz kaldı, sonra "Kendilerine ulaşan her belgeyi doğru kabul ederek yayınlayan anlayış etik, demokratik ve yasal değildir.” diye medyayı eleştirdi. “Gizli Belgenin uyarı amaçlı olduğu ve saldırının asıl amacına ulaşmasının engellendiğini” açıkladı.
Eh pes doğrusu!
9 gün önceden alınan istihbarat üzerine alınan tedbirler ile PKK baskınının asıl amacına ulaşmasına engel olunduğu açıklaması kadar talihsiz bir açıklama olamaz.
13 şehit, 16 yaralı, 8 esir verilmiş ve PKK’nın asıl amacına ulaşması engellenmişmiş!!!

Bu açıklamaya kim inanır? Bu açıklamayı kim ciddiye alır?

Genelkurmay bu talihsiz açıklamayı yapacağına, hiç olmazsa bu skandal basına sızdıktan sonra, tedbir almayan komutanlar hakkında soruşturma başlatacağına, belgeyi sızdıranın kim olduğunu araştırmaya birkaç savcı görevlendirdi ve de gizli haberi bir asteğmenin sızdırdığını buldu.
Bir yazının gizliliği, muhteviyatının güncelliğine bağlıdır. Bu istihbarat yazısı, Dağlıca Baskını oluncaya kadar GİZLİ’dir ve baskından önce basına sızdırılması vatan hainliğidir. Ancak Baskından sonra haber kaynağını deşifre etmiyorsa, haber kaynağı tekrar kullanılmayacak ise gizlilik derecesi artık ortadan kalmış önemsiz bir haberdir.
8 Mayıs 2008’de ki 6 şehit verilen baskından 5 ay sonra tekrar 3 Ekim 2008’de, güpegündüz AKTÜTÜN karakoluna yapılan baskını ve 17 şehit verilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Tam bir facia!
Genelkurmay 2nci Başkanı Org. Hasan IĞSIZ, baskından 2 gün sonra 5 Ekim 2008’de Genelkurmayın şaşaalı salonunda, televizyonun bütün kanallarında yayınlanan, 17 şehit verdiğimiz AKTÜTÜN baskını hakkında basın toplantısı yaptı. IĞSIZ Paşa’nın bu toplantıda söylediği sözlerin çoğu ya yalanlandı ya tenkit edildi ya da kınandı.
“En çok risk altında bulunan ve çok sayıda şehit verilen 5 karakolun inşasının maddi imkansızlıklardan dolayı gecikti” talihsiz sözü de en çok tenkit edilen açıklama oldu.
Göze hemen çarpan tenkitlerde Hava Kuvvetlerine yapılan golf sahaları, Yaşar Paşa’nın aldığı trilyonluk araba başta olmak üzere ordudaki lüks makam araçları, 5 yıldızlı Harbiye Orduevindeki hizmetlerin ücretleri, milyarlarca dolarlık silah alımları (ki bunun içinde hiçbir işe yaramadığı iddia edilen 4 milyar dolara 6 adet denizaltı alımı da var) için yapılan ve yapılacak harcamalar ortaya döküldü.
Sık sık çatışmalara giren Jandarma birlikleri bünyesinde 2 bin 336 makam aracına karşılık sadece 194 tane ambulans olması, daha da kötüsü, arazi tipi ambulansın ise hiç olmaması tenkidi çok çarpıcı idi.
Iğsız Paşa’nın 2nci Ordu Komutanı iken AKTÜTÜN karakoluna üç defa gittiğini söylemesi üzerine “Onun ziyaretlerinden sonra bu karakol 5 defa basılmış ve 44 şehit vermişiz. Karakolun güvenlik zaafını o zaman görmemiş mi?” tenkidine katılmamak mümkün mü?
''Terör örgütü kırılma noktasına doğru gidiyor. Bu sadece bizim düşüncemiz değil'' diye konuşması da hiç inandırıcı bulunmadı.
Teröristler, Ankara’da 20.000 kişi ile Kandil dağındaymış gibi toplantı yapıyor ve teröristler güpegündüz AKTÜTÜN karakolunu basıp 17 şehit veriyoruz. Buna karşılık Iğsız Paşa “terör örgütü kırılma noktasına geldi” diyor.

Iğsız Paşa, Şırnak Gabar Dağında 7 Ekim günü Şehit düşen 13 askerden biri olan Astsubay Ahmet Sarıoğlu’nun Malatya’daki ailesini ziyaret ettiği sırada artan terör olaylarının sorulması üzerine “Şimdi bakın bizi izlemeye devam edin önümüzdeki günlerde göreceksiniz” diye 13 Ekim 2007 tarihinde beyanat vermişti.

Kendisini umutla izliyorduk ki sadece 8 gün sonra 21 Ekim 2007’de DAĞLICA Baskınında 13 şehit daha verildi ve daha kötüsü 8 askerimizin sınır ötesine kaçırılması ile sarsıldık.
Hasan IĞSIZ Paşa’nın basın toplantısı sonrası, Hava Kuvvetleri Komutanının karakol baskını olduğu, 17 şehit verildiği saatlerde Antalya’da golf turnuvasında olduğu ve oyuna devam ettiği haberleri ile sarsıldık.
Hava Kuvvetleri Komutanı, eğer karakol baskını haberini öğrenip de oyununa devam ettiyse çok vahim bir durum! Kendi ifadesine göre eğer PKK baskınını ve 17 şehit verdiğimizden haberinin zamanında ulaşmadığı, ancak akşama doğru haberi olduysa o daha vahim bir durum. Koskoca Hava Kuvvetleri Komutanının savaşa girsek haberi olmayacak, böyle irtibatsızlık olur mu?
Yüce Türk Milletinin göz bebeği ordumuzu yıpratmak için iç ve dış düşmanların hiç boş durmadığı, belli fonlardan beslenen satılık kalemlerin de ordumuzu yıpratmak için iç ve dış düşmanlarla işbirliği içinde, hata ve kusur fırsatı aradığı bilinen bir gerçektir. Ordunun da çok dikkatli olması ve yukarda örneklerini verdiğim skandal boyutlarda yanlış yapanları, suç işleyenleri yani çürük elmaları temizleyerek bu hainlere fırsat vermemesi, golf oynamayı kesip harekatı takip edeceğine, “Ne yapayım AKTÜTÜN’e ben mi gideyim” diye büyük gaf yapan Hava Kuvvetleri Komutanı’mızın da orduyu yıpratmak isteyenlere fırsat vermemek için de istifa etmesi gerekir.

VEEEEE;

NATO macerası
Şubat 1952'deki NATO Lizbon toplantısına NATO tam üye olarak katıldık.
TSK'nın %90'ını NATO emrine verdik.
Bu durum, TSK'nın harekat kontrolünün yabancı ellere bırakılması ve ABD'nin kendi gizli stratejisinin gereklerine göre Türkiye'ye verdiği silahlarla yetinilmesi, Türk ulusal savaş sanayisinin baltalanması sonuçlarını doğurdu.
Türkiye her yıl NATO'ya milli gelirinin %5 ini verirken
Belçika %3,8; İtalya 4,1; Norveç %4; Holanda %4,3'ünü verdi. Biz onlardan zengin miydik?
NATO'ya katıldığımız günlerde ABD'li uzmanlar Türk kurmaylarının komutan niteliğinde değil, karargah subayı niteliğinde hazırlanması telkinlerinde bulunmuşlardı.
Bu plan Türk Genelkurmayı tarafından zaman içinde önlendi. (Geniş bilgi için: Ali Halil, NATO ve Türkiye, Gerçek Y. 1968, s. 166 vd)
NATO üyesi hiçbir ülke, Türkiye gibi silahlı kuvvetlerinin tümünü NATO emrine vermemiştir.
Bunun anlamı, TSK ile ilgili tüm bilgilerin NATO üyesi ülkelerin Genelkurmaylarınca en ufak ayrıntısına kadar bilinmesi ve silahlı kuvvetlerin NATO amaçları dışında kullanılmasında zorlukların yaşanması demektir.

Türkiye bunu Kıbrıs konusunda yaşayacak ve dördüncü bir ordu (Ege Ordusu) kurarak bunu NATO emrine vermeyecektir.
"NATO standardlarına uymak" gerekçesi ile savunma sanayimiz tümüyle ihmal edilmiş, silah konusunda ABD'ye tam bir bağımlılık içine girilmiştir.
Silah sanayisine yeniden önem vermeye başlanması da ancak Kıbrıs konusunda ABD'nin hasmane tavrı görüldükten sonradır. (1)
NATO kuvvetlerinin entegrasyonu, milli kuvvetlerin Amerika emrine verilmesinin aracıdır. (2)
NATO, ABD'nin müttefiklerini takip ve kontrol altında tutabilmek için icat ettiği bir teşkilattır. (3)
1953 yılında NATO daveti ile gittiğim Paris'teki toplantıda NATO Başkomutanı Org. Norstad'a "Türkiye'deki NATO üslerine neden bizim bakanlarla generaller giremiyor?" diye sormuştum.
Norstad şöyle cevaplamıştı: "Onlar NATO üsleri değil ki, Amerika'nın özel üsleri" (4)
Kıbrıs'a silah sevkiyatı konusunda yardım bekleyen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) liderlerinden İsmail Tansu'ya Deniz Kuvvetleri Komutanı Fahri Korutürk şu cevabı vermişti:
"Donanmamızın tüm gemileri NATO emrindedir. En küçük gemilere kadar hepsinin her an nerede olduğu NATO tarafından izlenmektedir. Herhangi bir gemimiz görev yeri dışına çıktığı vakit hemen anlarlar ve araştırmaya kalkarlar. Bu da silah sevkiyatı faaliyetlerinin açığa çıkmasına neden olabilir. Bu sebeple bir gemi tahsis etmemiz mümkün olmayacaktır." (5)
Jandarma, 1975'te kurulan ve eğitim birimlerinden oluşan Ege Ordusu ve NATO bölgesine girmeyen Kıbrıs'taki silahlı kuvvetler dışındaki tüm kara ve hava kuvvetler NATO emrine verilmiş, deniz kuvvetleri ise bir süre ulusal komutanlık emrinde tıutulmuştur. (6)
"İlk Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, haşhaş konusu yine gündemdeydi. Toplantıda, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı, benim bir bezirgan gibi pazarlık yapmamdan utandıklarını, askerlerimizin giydiği faniladan ayaklarındaki postallara kadar her şeyin Amerika'dan geldiğini, onun için meseleye farklı bir yaklaşımımız olması gerektiğini söylediler" (7)
+++++++++++++++++
Kaynak: Erol Bilbilik, "TSK NATO emrinde, Jandarma değil"
Aydınlık, 23 Kasım 2008
+++++++++++++++++
(1) Toktamış Ateş, Cumhuriyet 25.2 1999
(2) Mümtaz Soysal
(3) E. Hv. Korg. Yaşar Müjdeci
(4) Çetin Altan, Milliyet, 13.12.2004
(5) İsmail Tansu. "Aslında Hiç Kimse uyumuyordu" Ankara Y.
(6) İsmail Soysal, Türkiye'nin Uluslararası Siyasi bağıtları, 1945-1990 Cilt 2 S. 393
(7) Attila Karaosmanoğlu, "İzmir Karşıyaka'dan Dünya'ya" İş Bankası Yay. Haziran 2005 s.265

http://atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=512

TÜRK MİLLETİ KİME GÜVENECEK

Türk Milletinin Güvenecek Kimsesi Kalmadı mı?

Son gelişmeler düşünen,mücadele eden ülkemin vatanseverlerini endişeye gark etmiştir.
Bu gün ülkem ABD-AB ellerine teslim edilirken gıkı çıkmayan "devleti,rejimi ve düzeni korumakla görevli" (!) ordu ve anayasa mahkemelerinin içine kapanıklıkları haklı olarak vatanseverleri devletin geleceği hakkında korku ve endişeye boğmuştur.
Görevde olduğum yıllarda Amerika İstanbul Başkonsolosluğundaki bir yetkili bana şöyle demişti;
"Amerika'nın Türkiye'de en büyük müttefiki Türk Ordusudur.Amerika onay vermedikçe hiç kimse devletin üst kademelerine gelemez.
Ne başbakan,ne bakan,ne milletvekili,ne profesör,ne yüksek mahkeme yargıcı,ne bürokrat ne de genelkurmay başkanı olabilir.

Curchill ve İnönü 1943 Adana-Yenice


Ne de askeri ihtilal yapabilir?
Amerikan Başkonsolosunun uçağı bile Hava Harp Okulu'na iner ve orada kalır.Amerikan devlet başkanı da Hava Harp Okulu'na iniş yapar.Buradan pay biçin.Amerika'nın muhatabı her nato ülkesinde sadece o ülkenin Ordusudur."
Bu uçak konusuna ben tanık oldum, merak eden varsa araştırabilir ve yanılacağını da düşünmesin.

Atatürk'ün ölümünden (6 ) ay (2) gün sonra (12 Mayıs 1939'da) İngiltere'ye ilk kez kredi başvusu yapılmasının ardından (İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı dönemi) 1943'de Adana Yenice tren İstasyıonunda bir tren vagonunda kararlaştırılan ülkenin bölünmesini belirleyen proje artık sona ermek üzeredir.

Bir kaç ay önce "BOP projesi yüzünden karşı karşıya kalan sayın prf. Erol Manisalı ile prf.Toktamış Ateş'in canlı yayında tartışmalarını da örnek verebilirim.
Toktamış hoca Erol Hoca'ya "Sen AB'ye karşımısın?Hesabını on agöre yap da konuş" şeklinde bir tehdit koyunca Erol hoca da "Ben hiç AB'yi sevmem mi,biz çok sevişiriz" demesinden sonra,konuyu deşmeyi yavaş bir dozla azalttı.
Üniversite hocalarının yetkilerini,atanmalarını ABD-AB koalisyonunun oluşturduğu bir kurul yapmaktadır.Bu kurumun adı şu an aklımda değil.Ama merak eden bulabilir.
Bu açıdan bakınca da halkımıza uygulatılan ve yaşatılan acı reçetelerin ardından gelen "Rejimi ve devleti koruma" görevinin aslında "ABD izni ile gerçekleştirilmiş halkı sindirme,bölme ve yıldırma projeleri" olduğu sonucuna varmak hiç de zor değildir.

Türk milleti,1960'dan beri "Atatürk'ün kurduğu rejimi ve devleti koruma" yetkisi nedeni ile ülkemin vatanseverlerini "Amerika'nın dikte ettirdiği projeleri uygulayarak önce siyasal olarak bölmüş sonra suçlamış,tutuklamış,kırmış,halkı sindirmiştir.
Böyle değilse nerededirler onu bir görelim.
12 Eylül cuntacısı Kenan Evren'in "Türkiye bu güne kadar hep kendine dışarıdan uygun görülen projeleri uyguladı.İlk kez Turgut ÖZAL ile kendisi proje üretti" derken de o projenin bu günkü içine düştüğümüz bölünme projesi olduğunu anlamak için deha sahibi olmaya zaten gerek de yoktur.
Geldiğimiz yer de bellidir.Herkes birbirine düşman,alevi,sünni,dinli,dinsiz,laik,anti laik,Kürtçü, şeriatçı ve daha neler ile bölünmüş bir haldeyiz.
Yoksa vatanseverleri ve halkı endişelere boğan sesizliğin ve vurdumduymazlığın başka türlü bir açıklaması olabilir mi?
Yarın öbür gün işgalciler ülkemize yerleştiğinde onlara karşı koyacak vatansever örgütlerinin karşısına dikilecek olan acaba işbirlikçi generallerin emrindeki askerciklerimiz mi olacaktır?
Bu satırları yazmaktan utanıyorum.Atatürk'ün ordusu için bu satırları karalamak bizlere mi düşecekti?

Ordumuzun alt kademelerinin yine Atatürk'ün ordusu olduğuna inancım sonsuz ama işbirlikçi olduğu kanaatini bizlerde uyandıran Amerikaca seçilmiş,iki askeri ihtilal,iki askeri muhtıra ile Türk halkını yıldıran,sindiren,ülkemizi siyasi deneyler arenasına çeviren,birbirine düşman eden,kıydıran projelere imza atan,terör örgütünü kollayan,siyasi hükümetlerle gizli pazarlıklar yürüten (Dolmabahçe görüşmesi gibi),terör örgütünü bir yandan arpalık,ganimet kapısı olarak kullanan (terör örgütüne yapılan baskınlardan para,kıymetli eşya gibi şeyler nedense hiç ele geçmez), Ermeni, Kürt,Rum işbirliğine göz yuman komutanları artık "vatansever saymak " gerçekten zor.

Sadece ordu değil.Makamları,ünvanları derdine düşmüş Üniversite hocalarından,ticaret,sanayi odaları ile finans kurumları sahiplerinden,emperyalist ülkelerin talimatlarına göre yayın yapan görsel ve yazılı basın sahiplerine ve yazarlarına kadar her türlü kurum ve kuruluştaki işbirlikçiler sanki vatansever mi?

Başörtüsüne gösterilen tepki neden "teslimiyete karşı " yoktur?

Terör örgütünü kuranların,terörü dizginlemek için kurdukları "anti terör veya kontrgerilla" örgütünün bir kısmı bu gün "Ergenekon Davası" adı altında yargılanmakta oldukları cezaevinde bulunmaktadırlar.
Bu güne kadar terör örgütünü onlar yeri geldiğinde durdurdular.
Mevcut hükümet,terör örgütünü,kendi şartlarında kontrol eden mekanizmayı ABD+AB yardımı ile içeri attığı için örgüt de serbest kalmıştır.
Böylece devlet de bölünme aşamasına girmiştir.

Sonuç olarak siyasi iktidar örgütün oyuncağı haline gelmiştir.Her dayatılan isteğe olumlu cevap vermek zorundadır.
Zaten işbirliği içinde oldukları bilinen bir şey.Abdülkadir Aksu'nun geri göreve getirilmesi bu amaçla değilse nedir?
Aşı olmadığından vücut kendini mikroba karşı koruyamaz hale düşürülmüştür.

Kenan Evren'in yıllardır Turgut Özal döneminde yaptıklarının yanında ülkemizin bölüneceğine dair fikirlerini açıkça ifşa etmesine rağmen ordu içinde 28 yıldır herhangi bir temizlik hareketi gündeme gelmemiştir.
Bunların yaptıkları proje sonucunda etnik olarak ayrılmak isteyen bir kesimin ve temsilcilerinin her gün attıkları sevinç naralarına rağmen Türk Milletinden kendisine sınırsız güvenilmesini isteyen bir ordumuz var.
Milletimiz de güvenmesine güveniyor ve evletlarını da gönderiyor ama halkı tatmin edecek hiç bir gelişme ortada görünmemektedir.

Olaylar hızla bölünme yolunda gelişirken bunca darbe ve muhtıra veren ordumuzun suskunluğu ile ümidini devlete bağlamış köylünün suskunluğu arasında hiç bir fark kalmamıştır.

Kontrgerilla örgütünün de hapsedilmesine göz yumulması ile terör serbest kalmıştır.Her gün feda edilmek üzere gözden çıkarılmış bir kaç Polis Özel Timi,Jandarma ve Komando birliği dışında ordumuz en üst kademesinden en altına kadar "golf" gibi sevdaların esiri olmuştur.

Öğlen vakti basılan birliklerimize destek gönderilememektedir.Bunlar cevaplandırılmamış veya ikna edici şekilde cevaplandırılmamış sorunlarımızın bir kaçıdır.

Miting alanlarında polise ve askere taş,kurşun,bomba atanlar ordu birliklerinde istihdam edilirken bir çok askerliğini yapmış,Türk soylu gençlerimiz ise işsiz,aç ve gelecek kaygısı içinde, hayatlarını ortaya koydukları devletçe terk edilmiş,itilmiş haldedirler.

Olaylar artık açığa çıkmış bir "Türk Milletinin imhası" projesi diye bir ifadeyi adeta bağırmaktadır.

Herkes gününü gün etmeyi sürdürüyor.

Hükümet,100 YTL aylıkla ev kampanyası başlatıyor.Filipin modeli uyutma taktiği olduğunu yazmıştım.("Ferdinand Marcos ve Bizim Marcoslar" başlıklı yazım)

Ev alın,poşetleri alın,nasılsa başkaları onu da vermiyor.Vatan elden gidince evinizi de yerinizi de elde görürsünüz,Iraklılardan beter olursunuz.

Keşke ölseydim de bu satırları yazdığım günleri görmeseydim.
Her şeye lanet olsun!!!
Bu gündelik çıkarlarının kölesi olmuş millete de bu bela yakışır.

Satın anasını sattığımın memleketini de herkes kaderine kavuşsun.

Hayırsız olsun!!!

Tacı haine giydireli asırlar olmuş,devşirme vezirlerin emrinde Sırp,Rum askerlerinden kurulu ordularla Anadolu ve Rumeli Türk Halkını sindiren Fatih ve sonrası Osmanlı'dan,Atatürk sonrası, idaresinde Türk olmayan Türkiye'ye gelmişiz ve halen sindirilip bastırılıyoruz.

Amerika'lı bir tarihçi profesörün bana Ayasofya Müzesi gezisi sırasında dediği gibi;
"Biz,Atatürk'ten sonra hiç bir Türk'ü bu ülkede iktidara getirmedik."

Türk Miletinin kendisinden başka güvenecek kimsesi yoktur.!!!

Saygılarımla.

İşte bu konuda iki adet yazıyı sunuyorum;
İlki Yeniçağ Gazetesi yazarı sayın Aslan BULUT'a aittir;

Keykubat;


Anayasayı, cumhuriyeti, Türk vatanını, Türk Devletini, Türk Milleti'nin
hukukunu korumak her Türk'ün görevidir.
Yargı korumazsa, TBMM korumazsa, hükümet korumazsa, TSK korumazsa, tek tek her vatandaşa koruma hakkı doğar!

ABD-AB'nin can dostları...


*Haşim Kılıç derhal istifa etmeli ve yargılanmalıdır!*

Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can'ın Anayasa'nın değiştirilemez
maddelerini tartışmaya açmasından sonra Başkan Haşim Kılıç da aynı mesajı
verdi.
Bilkent Üniversitesi ve Alman istihbaratı BND'nin güdümündeki Alman
Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfı'nca birlikte düzenlenen "Anayasalardaki
değiştirilemez ilkeler" konulu toplantıda konuşan Haşim Kılıç, "Anayasa
Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümünde konu olarak biz de bunu tartışmayı
düşünüyoruz. Ancak bu konuda ne kadar cesaretli olabilirim, o konuda biraz
endişeliyim" dedi!
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın değiştirilemeyecek ilk dört maddesini, ABD
ve AB dışında bugüne kadar kim değiştirmek istedi?
Hemen söyleyelim:
PKK ve onun türevi olan siyasi partiler!
*Dolayısıyla Haşim Kılıç, endişelenmekte haklıdır!*

12.Eylül 1980 İhtilalini yapan Kenan Evren."ABD'nin başarılı çocuğu"
* * *

2004 yılı Aralık ayında, Paris Kürt Enstitüsü'nün Kürtler adına "Özerklik
istiyoruz" ilanlarını yayınlamasından sonra DEHAP Gençlik Kolları da ikinci
cepheyi Diyarbakır'da imza kampanyası ile açmıştı. İmzacılar, Anayasa'nın,
"Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili
Türkçe'dir" ifadelerinin yer aldığı ve değiştirilemez 3. maddesiyle 42 ve 66. maddelerinin değiştirilmesini istiyordu.
Dilekçede, "Ulus tanımı, coğrafi bütünlük temelinde düzenlenmelidir. Türkiye
ulusu kavramı etrafında bütün halkların kimlikleri anayasal yurttaşlık
esasına kavuşturulmalı. Devletin dili olmamalı" deniliyordu.
Yani Türkiye'nin etnik kimliklerden oluşan bir federasyon haline getirilmesi
isteniyordu.
Oysa Türkiye'yi Türkiye yapan bu ilkelerdir.
*İşte Atatürk ve Türk Silahlı Kuvvetleri bu sebeple yıpratılmak isteniyor.
Atatürk'e saldırı ile eş zamanlı olarak yine harekete geçtiler işte!
Hedefleri Türk Milleti'nin egemenliğini sona erdirmektir. *

* * *

Prof. Ergun Özbudun ve ekibi tarafından hazırlanan Anayasa taslağı da
değiştirilemeyecek maddeleri değiştirme girişimiydi. O zaman Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, sadece ilk üç maddenin değil
Anayasanın temel ilkeleri gösteren başlangıç kısmının da değiştirilemeyeceği
ve metin dışında bırakılamayacağı uyarısında bulunmuştu.
Yalçınkaya, Anayasa'nın diğer maddelerinde yapılacak değişikliklerin de
başlangıç kısmı ve ilk üç maddede belirtilen temel ilkelere aykırı
olamayacağını belirtmişti.
Yargıtay Başkanlar Kurulu da yayınladığı bildiride, cumhuriyetin temel
niteliklerinin tartışmalara ve yeni tanımlamalara konu edilmesinden rahatsız
olduğunu açıklamıştı.
*Şimdi ise aynı suçu Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç işliyor!
Derhal istifa etmeli ve yargılanmalıdır. *

Tarih olmak üzere olan haritamız.
* * *

Haşim Kılıç, "Anayasa Mahkemesi Başkanı'yım kimse bana dokunamaz"
zannetmesin.
Açsın başlangıç ilkelerini bir daha okusun:
"Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milleti'ne aittir ve bunu millet adına
kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluş, bu Anayasada gösterilen
hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına
çıkamaz!
Hiçbir faaliyet, Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve
ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin,
Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında
korunma göremez ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duyguları,
devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamaz."
*Anayasayı, cumhuriyeti, Türk vatanını, Türk Devletini, Türk Milleti'nin
hukukunu korumak her Türk'ün görevidir. Yargı korumazsa, TBMM korumazsa,
hükümet korumazsa, TSK korumazsa, tek tek her vatandaşa koruma hakkı doğar!
*

Yeniçağ Gazetesi - 12 Kasım 2008

Mandacı Bir Savcı

17 Ekim 2008 tarihli Taraf gazetesinde, Emekli Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ahmet Gündel şunları yazdı:

"Avrupa Birliği sürecinin önünü kesmeye yönelik çabalar gerçek bir irticadır.

Bu saatten sonra buna askerin de gücü yetmez hükümetin de."

Eğer Türkiye Cumhuriyeti hükümeti AB sürecini durdurmaya karar verirse, hangi güç 'sen bu süreci durduramazsın' diyebilir?

Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, halkın oylarıyla seçilmiş milletvekillerinden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin içinden çıkmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti hükümetine, 'sen bu süreci durduramazsın' diyebilecek güç, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden daha güçlü ve yetkili demektir.

TBMM'den üstün olan güç, Türk milletinden de üstündür.

TBMM'den ve Türk milletinden daha büyük güç kimlerin elindedir?

Burada aklınıza hemen Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) gelebilir.

Ama savcı, o olasılığı da hemen ortadan kaldırıyor, 'askerin de gücü yetmez' diyor!

Peki, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden, TBMM'den, Türk milletinden ve TSK'dan daha üstün olan güç nedir, kimlerin elindedir?

İşte tüm bu soruları, savcı Ahmet Gündel'e yazılı olarak sordum.

Yanıt vermedi. Aynı sorularımı birkaç gün sonra yine sordum, yine yanıt vermedi.

Sözü uzatmaya gerek yok.

Emekli Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ahmet Gündel, bir AB Mandacısı, bir ABD uşağıdır. İçimizdeki 'okumuş' işbirlikçilerinden biridir, bir Truva Atı'dır.

Türk vatanına ve milletine en büyük ihaneti, Ahmet Gündel gibi 'omurgasız aydınlar' yapmıştır, ağzı açık Avrupa budalası bazı popüler köşe yazarlarının iddia ettiği gibi 'göbeğini kaşıyanlar' değil!

Yılmaz Dikbaş

11 Kasım 2008

23 Kasım 2008 Pazar

CHP'YE BAŞÖRTÜLÜ KATILIMLAR

CHP ALEVİ-KÜRT PARTİSİ Mİ?



Sayım Deniz BAYKAL ve grubunun son haftalar içinde gerçekleştirmeye çalıştıkları türbanlı kesimden üye kayıtları CHP’ye gönül vermiş bazı kesimlerce eleştirilmektedir.

Eleştiriler de tamamen haksız değildir.Nurcu ve Fethullahçı tarikatlarının bu parti içinde söz sahibi olmaları istenmediğinden bu kesimin partiye alınması tehlikeli olarak görülebilir.Bu yönde yapılan eleştiriler de haklıdır.

Bir de fotoğrafa farklı bir açıdan bakmakta yarar vardır.Bu gün CHP’nin resmine baktığımızda yoğun olarak Dersim kökenli siyasileri görmekteyiz.Hepsi Tunceli milletvekili olmasalar da Dersim Şebinkarahisar’dan Urfa’ya Kerkük’e,oradan Van ve Kars’a kadar geniş coğrafyada aşiret bağları olan bir yapılanmadır.

Osmanlı tarihi boyunca Dersim bölgesinde (Erzincan,Sivas,Tunceli,Elazığ ve Malatya) çıkan isyanlar sonucunda isyancıların dağıtılmaları amacı ile yapılan tehcir hareketleri yanında ihtiyaçtan kaynaklanan göçler ile de bölge halkı Anadolu coğrafyasında her yere yerleşmiştir.

Manisa,Balıkesir,İzmir,Edirne gibi yerlerde de bu aşiretin köklerini bulmak zor değildir.CHP yapılanması içinde,Atatürk ve İsmet paşa döneminden bu yana demokratik düzenin korunması amacı ile bu vatandaşlarımız önemli yerler tutmuşlardır.

Özellikle,1950 seçimleri sonrasında Celal Bayar ve Adnan Menderes’in kurdukları Demokrat Parti içinde Sünni, saltanatçı ve İslami Kürtçü kesim yapılanmaya başlayınca CHP içinde Alevi,Dersimli Ermenilerden oluşan dönme Alevilerin (Ermenilerin) ağırlıkları artmıştır.

1960 sonrası Türk-Alevi ağırlığı her ne kadar korunmuşsa da 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile kapatılan CHP’nin 1990’larda kurulması dönme Aleviler ile Türk-Kürt Alevilerin oranında aşırı bir artış olmuştur.

Bunun daha fazla detay işini tarihçilere bıraktığımızda,bu gün CHP sadece Alevi partisi görüntüsünden öte görünüm vermemektedir. Bu da CHP’nin “ulusal bir parti” görüntüsünü ortadan kaldırmaktadır.Ana muhalefet parti olmasına rağmen CHP’nin bu yapısı ile iktidar partisi olma olasılığı da kalmamıştır.

1970-80 arasında CHP’nin din konusunda hiçbir çalışma yapmamış olması,Türkiye’de, Almanya ve diğer AB ülkelerinde çalışan Sünni vatandaşlarımızın bu ülkelerin desteği ile İngiliz şekillendirmeli Fethullahçı-Nurcu tarikatlarının etkisine terk edilmelerine nenden olmuştur.

1980 sonrası Kenan Evren paşa ve Turgut ÖZAL’ın Nurcu Erbakan yapılanmasının Amerika ve AB desteği ile Anap’ın da çabaları ile yeniden örgütlenmeleri ise günümüzün Kürdistancı Nurcuları ile Ermenistancı dönme Alevilerin güçlerinin artmasına yaramıştır.

Bu çabalar 03 Kasım 2002 seçimleri ile AKP iktidarı olarak siyasi tarihimizde yerini almıştır. AKP en büyük oylarını ayrılıkçı Alevi ve Said Nursi+Fethullah yapılanmasından almıştır. R.Tayyip Erdoğan’ın bile Siirt Milletvekili olarak şaibeli bir seçimle hükümetteki yerini CHP desteği ile de alması olayın “Kürt-Ermeni” işbirliği boyutuna işaret etmektedir.

Mekanikteki çalışan parça yıpranır ilkesi gereğince AKP’nin de yıpranmasının sonucu olarak, CHP’ye katılan türbanlı kesime de baktığımızda,katılımcıların haber muhabirlerinin uzattıkları kameralara sarf ettikleri sözlerin de şiveleri bu Kürdistancı Nurcu Kürtlerin katılımlarına işaret etmektedir.

Yani katılımlara rağmen CHP dönme Alevi (Ermeni)-Alevi Türk-Kürt görünümündedir. Ha, keza diğer sol partiler de farklı değildir.

Deniz Baykal’ın 2007 seçimleri öncesi yaptığı konuşmalarda “ABD’siz siyasetimiz yok” ifadesi de G.W.BUSH’un “21.yüzyıl dinler çağı olacaktır” ifadesi yolunda CHP’nin yıpranan AKP’nin yarım bıraktığı B.O.P projesine hizmetini sürdürecek bir yapılanma içinde olduğunu da olaylar bize düşündürmektedir.

Ancak,CHP’nin B.O.P projesine bakışının İslami B.O.P değil demokratik B.O.P olduğu kanaatindeyim,umarım beni yanıltmazlar.

Bütün bunlara rağmen,her türbanlı,her nurcu da Kürt veya Kürtçü,ayrılıkçı değildir.Bunlar da mevcut iktidardan kuşkulara kapılmışlarsa CHP veya diğer siyasi yapılanmalara katılmalarının engellenmeleri de onları şikayet ettikleri yapılanmaya mecbur bırakmak anlamına geleceği için akli değildir.

CHP gibi demokratik partilerin tabanlarının nurcu,türbancı,Fethullahçı yapılanmaları içlerinde sindirebilecek,eritebilecek bilgi birikiminde olduğuna inanmaktayım.Bir siyasi partinin ulusal olabilmesi için kapısının herkese açık olması gerekir.Aksi takdirde o siyasi parti olmaktan çıkar,belli bir siyasi kavramın derneği kulübü haline gelir.

Merkezden kırsala yayılan parti kongrelerinde ve toplantılarında verilecek eğitimlerle katılımcılara şeriat düzeni ile demokratik düzen arasındaki farklılıklar öğretilebilir.Bu da demokrasinin benimsetilmesi açısından yaygın bir eğitim kampanyasına dönüşebilirse ülkemiz için de faydalı olacağı kesindir.

CHP ve diğer siyasi partiler marjinal oldukları sürece küçük parti olacaklarını bilmelidirler. Türbancı,başörtülü vatandaşlarımızın vatan haini oldukları söylemek kimsenin haddine değildir. Böyle bir katılım talebi iyi değerlendirilirse,CHP’yi iktidara taşıyabileceği gibi,olası bir CHP iktidarında da CHP’nin hükümet olarak,İslam ülkeleri ile yapılacak bağlantılarında elini güçlendirecektir.

Aksi halde,Sivas-Divriği ilçesi kalkındırma derneği veya Yeşiller partisi veya Ufocular Derneği,gibi belli bir kalıbı temsil eden parti olur ki o partinin ulusun her kesiminden destek alması da düşünülemez.

CHP’yi de sürekli muhalefette tutan da bu yapısıdır.

Bunca Atatürkçü,demokratik,liberal insan varken ve CHP bunları bile kendi bünyesinde toplamayı başaramazken iktidar olmayı nasıl hedefleyebilir?

Sayın Deniz BAYKAL’ın AKP’ye ve ABD-AB destekli gerici örgütlenmeye karşı demokrasi adına ekibi ile yaptıkları başarılı mücadeleyi de takdir etmemek insaf dışıdır.Ben şahsen sayın Deniz Baykal ve CHP kadrosunu bu mücadelelerinden dolayı kutluyorum.

Bunun yanında da CHP artık kendini yenilemek zorundadır.CHP parti olarak,sadece belli bir inanç grubunun kendilerini temsil ettikleri dernek olmadığını da göstermelidir.

Bu açıdan bakıldığında başörtülü katılım yerindedir.Katılımcı bayanlardan birisinin sorulan soruya “Bizim Ercan katılıyor da biz de onu desteklemek için geldik” sözü de bu insanların CHP’nin kültürel dengesini tehdit edebilecek durumda olmadıklarına açık bir işaretidir.

Her ne olursa olsun CHP ulusal,halkın her kesimini kucaklayacak bir hareket başlatmıştır. CHP'liler artık yumuşak klotuklarını soğumaya bırakıp her türlü hizmet için kolları sıvamak zorundadırlar.

Bu olumlu açılımın ardından onları zor bir görev beklemektedir.Aksi takdirde kendi savundukları ilkeler tarihin çöplüğünde yerini alır.

Her şeye rağmen bu olumlu açılım hayırlı olsun.


Keykubat