Sayfalar

27 Mart 2011 Pazar

DERSIM'IN ILK GANDISI

DERSİM’İN İLK GANDİ’Sİ

1990 ile 1993 yılları arasında şark hizmet sıram geldiğinde tayinim Tunceli il merkezine çıkmıştı. O zamanlar İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Turizm Şube Müdürlüğünde İngilizce tercüman olarak görev yapıyordum. Şube müdürümüz Tuncelili olduğu gibi hemşerisi olan iki de polis arkadaşımız vardı. Şubede görevli olanlar veya başka yerde görevli olan meslektaşlarımdan “istifa” etmem yönünde uyarılar almaya başladım. Ama ben onlar gibi düşünmüyordum ve “bayrağın dalgalandığı her karış toprak vatandır orada da görev yapılır” diyordum. Bana Tunceli’de nasıl polis düşmanlığı olduğundan tutun da yalan gerçek karışımı bazen de çok abartılı anekdotlarla korkutuluyordum.
Seyd-ü Şen veya Sevişen Hüseyin,İnönü Mahallesi durağı.
Onlara şunu dedim. “Ben  zaten devrimciyim, onlar da bu ülkede devrimciliğin en keskin savunucularıdır.12 Eylül paşası bir Amerikan oyunu ile bu PKK tezgahını kurdu, bu insanlar bu tarafa kaydırıldı. Onlarla bir anlaşma yolunu bulurum. Siz kendi derdinize yanın. Tuncelililer bana asla zarar vermezler. Göreceksiniz oradan sapasağlam döneceğim” deyince diyecek bir şeyleri kalmamıştı.
Tuncelili olan bu iki arkadaşım da bana gelerek özel olarak “-Biz Sünni olup da devrimci olan bir Türk’ü ilk kez seninle gördük, biz sana yardımcı oluruz. Orası aslında Türkçe’nin de halk tarafından yaygın olarak konuşulduğu tek şehirdir. Köylüsüne bile rahatça meramını anlatırsın. Sen halk çocuğu gerçek bir devrimcisin korkma” demişlerdi.
Gün geldi, İstanbul’dan ilişiğimi kesip yollara düştüm ve görevime başladım. Görevimde Tuncelililerden çok başımdaki amirlerimle uğraştım. Bana bir tek Tuncelili sorun çıkarmadı üç yıl içinde.
Günün 12 saati görev 12 saati istirahat, haftada 24 saat dinlenme şeklindeydi. Silahlı taciz olayları olduğunda ve ya da mitingler, terörist cenazelerinde ise bu istirahatler de güme gidiyordu. Günün 12 saati gündüz ya da gece olarak üç ile altı ay hiç hafta tatili yapmadan çalıştığımız çok oldu.
Tunceli şehir merkezinin Erzincan istikametinde Esentepe adlı bir mahalle vardı. Buraya devriye çıktığımızda, mahallenin girişinde bir YİBO (Yatılı İlköğretim Bölge Okulu” vardı. Bu okulun üst tarafında üzeri toprak kerpiç bir ev vardı. Bu evi sürekli Terörle Mücadele Şubesinde görevli arkadaşlar gözlem altında tutuyorlardı.  Benden önce şehre gelmiş meslektaşlarım bu evde Almancı genç bir terörist olduğunu, gençleri örgütlediğini bu yüzden evin gözetim altında olduğunu söylüyorlardı.
Günün 12 saatini aynı adamla devriyede geçirirseniz onula her şeyi konuşmaya başlarsınız. Öyle de oldu. Derken bütün meslektaşlarım arasında sivrildim, dostlarım ve sevmeyenlerim de oluştu. Sonunda;
-“Bilgine saygımız var, sana laf yetiştirmek imkansız , ancak kendine çok güveniyorsan Doğan ile tartış ta görelim bakalım boyun kaçmış?” önerisiyle karşılaştım.
Sol-üst taraf Esentepe mevkii ve Munzur köprüsü
-“Yahu siz fikir teatisini bile bilek güreşi veya savaş olarak görüyorsunuz, bu şekilde düşündükçe hiçbir sorunu çözemezsiniz. Devletin de yaptığı budur ve sonunda kendi halkına silah doğrultuyor. Aslında bu daha sinsi projelerin ürünü olan bir şey ama görünen budur. Ama olanak yaratırsanız Doğan denen arkadaşla da zevkle konuşurum. Belki bilmediğim bir şeyler öğrenirim!
-“Yemedi değil mi, hemen kıvırıyorsun!” diye üstüme geldiklerinde, ben de;
-“Getirin adamı çok merak ettim” diye samimiyetle söyleyince, hiç birisi gidip de adamı çağırmaya kalkmadı.
Neyse aradan bir-iki hafta geçti, gene Doğan’ın evinin yanından mahalleye çıkarken, Samsunlu Alevi bir polis olan devriye arkadaşım;
-“Al işte, Doğan yolun sonunda kütüğün üzerinde çocuklara ders veriyor!” deyince hızlanarak yürüdüm ve selam verdik başladık konuşmaya.
İlk karşılaştığımda, doğal olarak üzerindeki giysilerinden ayakkabısına, saçlarından, sakalından duruşuna dikkatle baktığımda, karşımda doğulu bir gençten çok Hippi tarzı saç-sakalı ve giysileriyle Sultanahmet’in “backpackers”larını andıran sırt çantalı, işsizlik maaşı ile dünya turuna çıkmış, saçı sakalı karışmış, barışçı-savaş karşıtı-uyuşturucu kullanan, otostopçu  turistleri görür gibi oldum.
İlk sorum, Almanya’da arkadaş çevresinin bu tipler olup olmadığı yönünde olmuştu ve olumlu yanıt aldığımda, gençlerin ilgisi üzerime toplanmıştı. Doğan bu teşhisimle dikkati toplamamı hazmedememiş;
-“Onu bildin şimdi yaşımı da söyle bari?” deyince ;
-“Yahu ben falcı değilim, senin gibi tiplerden İstanbul’da çok var, o tecrübemle tespit yaptım” desem de üsteledi. Nerden bileyim ben oralarda böyle şeyleri söyleyince insana “sır sahibi” gibi bakıldığını.
Onu da söyleyince tesadüf bir yaş fazla söylemişim diye;
-“O kadar yaşlı görünüyorum?” diye sormuştu.
Sonra, Alman bir eşinin, ondan iki çocuğu olduğunu öğrenmiştim. Bunları söylemese de zaten önceden biliyordum ve o da buna istinaden anlatmıştı.
İlk konuşmamız böyle olmuştu.
Sonra konu sağ-sol mevzusuna gelince;
-“Sen polissin senin solculuğundan ne olur?” diye sormuştu. Ben de;
-“Amerika-Avrupa desteğiyle yaptığınız bu saçmalığa sen devrimcilik mi diyorsun? Yaptığınız devrimcilik değil emperyalist uşaklığıdır. Ezilen kardeş halklara kurşun sıkmaktır!”
O da “Emperyalist Türkiye” kavramını ortaya atmıştı. Bu kavramı gerçek bir solcuyla tartışmaya kalkmak gerçekten gülünçtür çünkü bunun hiçbir akıllı açıklaması yoktur. O da fazla savunamamıştı zaten.
Konuştukça bana güveni artıyordu ve Almanya’da hippilerin arasında yaşarken mide kanserine yakalandığını ve midesinin alınarak yerine bir barsak dikildiğini, ömrünün de “yedi” yıl kadar olduğunun söylendiğini anlattığında gencecik birisinin talihsizliğine gerçekten üzülmüştüm. Tabiat herkese eşit davranmıyordu, ona da oyununu oynamıştı.
Neyse gençlerin bana ilgisi artmış her gördükleri yerde beni selamlıyorlardı, ben de çiklet, çekirdek gibi şeyleri mahalle bakkalı Zühtü’den alıp veriyordum. Küçük çocuklar evlerinin damına çıkıyorlar, hazır ola geçerek asker selamı vererek bağırıyorlardı;
-“Merhaba polis amca”. Artık polis amcaları olmuştum. Bazılarının anneleri çocukları bu yüzden azarlarlardı;
-“Polise selam mı verilir lan pezevengin oğluuuu, in aşağı!”
Kim dinler ki çocukların biri bitiriyor öbürü başlıyordu.
Zamanla Ortaokul veya Liseye gidenlerin İngilizce derslerine yardımcı olsun diye dil bilgileri de vermeye başlamıştım. Gençler ilk defa polisi sevdiklerini söylüyorlardı.
Bu arada Doğan hangi mahallede ya da lokantada olsam, yanıma geliyor ve benimle tartışma ortamı yaratmaya başlamıştı. Tartışmalarımız birkaç ay sürdü. Sonunda;
-“Eğer PKK işinde devlet parmağı varsa ben o işte olmam, olduğuna da beni ikna ettin. Söyle bakalım ben ne yapacağım şimdi. Bu millet beni anında terk edecek kimse selam vermeyecek ve “dönek” diyecekler, söyle ben nasıl yaşayacağım? ”
-“İnsan vücudu bile her gün değişir, yediğimiz yemeklerle hücrelerimiz değişir, ölen hücrelerimizi kir, tırnak olarak, vücudumuzun içindekileri de sindiremediğimiz yemek artıkları ile birlikte dışkı veya idrar ve de ter olarak atarız. Doğumdan başlayarak bebekliği, emeklemeyi, yürümeyi, konuşmayı, çocukluğu, gençliği, olgunluğu ve yaşlılığı yaşayarak tecrübe ederiz. Bu arada aileden okula ve yaşam mücadelesinde da her an yeni şeyler öğreniriz ve tecrübelerimiz sürekli yeni sonuçlar çıkarmamızı sağlar. Böyle öğrenmek de  “değişim” demektir. Yani, değişim doğanın şartıdır.
Bir insan “ben şuyum dedim ya artık dönmem bu böyledir” dedikçe orta çağın engizisyon mahkemelerinin Galile’yi “Dünya Güneşin etrafında dönüyor” dedi diye yargılamasına benzer ki saçmalık olduğu açıktır.
Ayrıca da, dostluğumuz ilerledikçe, mide ameliyatından sonra Alman istihbaratından bazı polislerin gelerek, ”daha fazla yaşamasının mümkün olduğunu bunun için de hayatını bir davaya adaması gerektiğine” onu ikna etmişler. Sonra onu bir süre eğitime tabii tuttuktan sonra Tunceli’ye göndermişler ve eşi vasıtasıyla da maddi yardım da gönderdiklerini anlatmıştı.
Turizm Şubesinde Turistlere yardımcı olurken 2000'ler.
-“Eğer sen beni Kürtlerin haklı bir mücadelesi olduğuna ikna edebilseydin ben belki de seninle dağa bile çıkabilirdim. Ama gerçekler ortadayken bunları görüp de “yanlışta ısrar
etmenin” acizliği içinde de “dönek olmamak uğruna” bunu yaparsan önce kendine saygın kalmaz hatta o davaya da hizmet yerine zarar verirsin tarzında konuşmalarımızın ardından ona Hindistan’ın bağımsızlığını “tek kurşun atmadan” kitle eylemleri ile kazandıran Mahatma (Derviş) Gandi örneğini anlatmıştım.
Ona bundan hiç kimse bahsetmemişti. Gandi’yi hiç duymamıştı. Merak etti ben de açıkladım.
Bu da kısaca şu demekti;


“PKK’nın sürdürdüğü SİLAHLI ANARŞİZM yerine PASİF ANARŞİZM geçsin ve masum insanların kanları dökülmesin!”
Doğan bunu tutmuştu ama Tuncelililer tutmamıştı, dediği olmuştu. Ancak kendisine inanan birileri halen bu mücadeleyi yürütmektedirler. İşte son olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun “GANDİ” liği de farklı bir şey değildir.
Benim tanıdığım, inançlarına, davasına bağlı, halkların kardeşliğine, gereksiz yere kan dökülmesine karşı gerçek bir mücadele insanıydı. Memleketlileri anmasa da en azından bloglarım yaşadığı sürece de bu yazılarımda yaşayacaktır.

Çünkü, Doğan, davayı bıraktıktan iki üç ay kadar sonra mide görevi yapan barsağın patlaması yüzünden iç kanamadan ölmüştü. Cenazesinin olduğu gün de görevdeydim, mezarlığa götürülürken gördüğümde;
-“Güle güle git, uğurlar olsun, yüreği, aklı aydınlık, insan sevgisiyle dolu insan!” diyebildim.
Tuncelililerin devrimci karakterlerine, kişiliklerine bu gün ülkemizin içinde bulunduğu şartlar yüzünden büyük gereksinim vardır. Rus generalinin verdiği yardımları Munzur dağlarına taşırken yanında gelen Rus askerlerini bir punduna getirip de öldürdükten sonra yardımları da alarak çetesinin başına dönen Ali Şir’in, Diyab Ağaların Atatürk yanında verdikleri bağımsızlıkçı devrimci kişiliklerinin yeniden ortaya çıkması günüdür! 

Emeperyalizmle kol kola olmanın değil!

Anadolu’da hiçbir kesim Dersimliler kadar uzun “kimlik mücadelesi vermemiştir. Çünkü Dersimliler, Pers İran’ından Roma ve Bizans’a, Emevi işgalinden Osmanlı’ya sürekli kimlik savaşı vermişlerdir.

Günümüzde şartlar öyle bir hale gelmiştir ki beğenmediğimiz Cumhuriyetin kazanımlarının bile geri alındığı bir sürecin içinde boğulmaya başladık. 2011 seçimleri demokrasi için son şansımızdır.

Haydi Dersim’in Gandi’leri, haydi Karadeniz’in, Kürtlerin, Arapların, Çerkezlerin, Türklerin ve her kesimin özgürlük savaşçıları olan çocukları, Mason Nurcu Vatikan mamulü Küresel Sermayenin “teslimiyetçi” oyunlarını hep birlikte bozalım, gösterelim şu hamam oğlanlarına kim olduğumuzu, yakalım yüreklerde yeniden bağımsızlık ve özgürlük ateşini!

Kovalım topraklarımızdan emperyalistleri, işbirlikçilerini !!!

Haydi Gandiler !!!